ŞEHİR TELLALI Newyork-Londra-Roma |
Ay yarıma yakın, gece serin. Bisikletin üzerindeyim. Londra’da Piccadilly’den, Regent sokağına, St James meydanından, Trafalgar Meydanı’na, Westminster’dan Mayfair parkına ve King Cross’a kayıyor tekerleklerim. Kulağımda “La Violetera”, Charlie Chaplin’in Şehir Işıkları filmine ilham veren şarkı, menekşe satıcısı kızın güzel melodisi… Tak yakana sende Senyör, al bir demet, bir paradan fazla değil, süsle yakanı.
Bu hafta sonu cumadan itibaren üç gece, “Enginar” adlı sanat grubunun düzenlediği “Lumiere Işık Festivali” nedeniyle pırıl pırıl etraf. Ana caddeler trafiğe kapalı, binaların, telefon kabinlerinin, kulelerin, elektrik kablolarının üzerinde “ışıklı sanat eserleri” rengarenk bir sanat bayramı. Halka açık sanat ışıkları sergisine dönüşmüş halde şehir. Otuz sanatçı, hepsi birbirinden güzel eserlerle birbiriyle yarışıyor. Carnaby sokağında baş büyüklüğünde ampuller asılı boydan boya. Altından geçerken hepsi birden durmadan renk değiştiriyor, önce mavi, sonra pembe, sonra eflatun… Mayfair’de park içinde ışık sıralar sevgilileri bekliyor. Parkın köşesindeki telefon kulübesi akvaryuma dönüşmüş içinde rengarenk balıklar. Önünde kuyruk ama telefon etmek için değil. Ellerinde telefonlarıyla akvaryumu resimlemek isteyenler sıralanmış. Parkın içinde neon ışıklarından telleri olan dev kuş kafesi. Leicester meydanında ışık huzmelerinden çiçekler. Kings Cross’da ışık tüneli ve ışıktan graffitiler. Işık dalgaları ve ışık sirki. Regent sokağında fantastik fil ve beyaz neonlardan dans eden çizgi adamlar gösterisi. Baker sokağı dedektifi Sherlock Holmes’ün dans eden adamlarının şifresiyle aşk mektupları mı yazıyor acaba karşı tarafta yürüyen ışıktan kıza? St. James meydanında ışıktan adam oturmuş binanın tepesine aşağıdan onu seyredenlere bakıyor. Oxford meydanında ışıktan bulut rüzgarın esintisiyle şekil ve renk değiştiriyor. Thames üzerinde neon köpekler koşturuyor. Westminster Abbey’nin bütün heykelleri ayrı renk ışık içinde.
Bu ışık zenginliğinin ortasında, soğukta köşelere saklanmış evsizlerin sessiz gözlerinde parlayan şehir ışıklarıdır belki kulağımdaki melodi. Menekşeleri mi kim alacak? Charlie Chaplin’in 1931’de, sessiz filmlerin artık tarihe karıştığı yıllarda, sanatına sadık bir ısrarla ölümsüzleştirdiği İspanyol bestesi. Başlangıçta aşırı duygusal ithamıyla yerilen, Chaplin’in en güzel filmi Şehir Işıkları’na ilham veren, Menekşelerimi kim alacak? şarkısı. O tarihte İspanyol şarkıcı Rachel Meller’in sesinden Chaplin’i o kadar etkilemiş ki, filmin senaryosunu önce son sahneden başlayarak yazmış aktör yönetmen. Üstelik şarkıyı, Paris’te yaşayan bestecisi Jose Padilla’nın iznini almadan kullandığı için sonradan açılan davayı da kaybetmiş. Ayrıca rüştünü aşmamış genç kızlara olan düşkünlüğü nedeniyle filmde başrol için genç kızlardan başka kimseyi beğenemeyince uzun arayışlara kapılmış. Sonunda arkadaşlarının telkiniyle bu sabit fikirden kendini kurtarmış. Nihayet filmin başrolüne Virginia Cherrill’i uygun görmüş. İki sanatçı birbirlerine tahammül ederek tamamlamışlar filmi ama bu arada Chaplin Cherrill’i bir kere kovmuş. Sonra iki misli ücret ödeyerek yeniden işe almak zorunda kalmış. Kısacası skandal dolu bir çalışma.
Filmin ilk sahnesi unutulmayacak bir komedi klasiği. Şarlo zengin bir sarhoşun hayatını kurtardıktan sonra onunla birlikte meyhane meyhane dolaşıp yemiş içmiş ve sonunda sızmıştır. Sessiz sinema seyircisi filmin ilk sahnesinde ilk defa ama farkında olmadan Şarlo’nun sesini duyacaktır. Yeni bir heykelin açılış törenidir. Heykelin önünde açılış için saygın bir kalabalık toplanmıştır. Chaplin’in seslendirdiği konuşmacılar, açılış konuşmasına benzeyen anlaşılmaz bir şeyler söylemektedirler. Heykelin örtüsü indirilir ve hazır bekleyen alkışlar, heykelin kucağında uyur haldeki sarhoş evsiz Şarlo’nun seyredenlere rezil olmasıyla yarıda kesilir. Şehir Işıkları, menekşe satıcısı kör kızla evsiz Şarlo’nun aşk hikayesi. Menekşeci kız bütün çiçeklerini alan, ayrıca gözlerinin iyileşmesi için ona büyük bir para veren Şarlo’yu zengin bir hayran zanneder. Halbuki Şarlo ona bu parayı verebilmek için ölümü göze almış, azılı hırsızlarla boğuşmuş, azılı boksörlerle dövüşmüş gerçek bir aşıktır. Hayatını kurtardığı sarhoş zengin onu sadece sarhoş olduğu anlarda tanır, ayık anlarında hatırlamaz. Gözlerine kavuşan kızın “evsiz” aşkını ilk gördüğü an, filmin son sahnesi film tarihindeki gelmiş geçmiş en güzel aşk sahnesi hala. Chaplin’in sinemasıyla güzele ve aşka yazdığı şiir. O yüzden sık sık gururla “son sahnede rol yapmıyorum, orada özür diler gibi kendimin dışında duruyorum ve bakıyorum o kadar, güzel çünkü aşırı bir gösteri değil” sözleriyle sattığı film Şehir Işıkları.
Arabalı komedi sahnelerinden birinde sarhoş zengin belli ki gözü görmeden çılgınca arabayı sürerken, yanında oturan korku içindeki Şarlo uçmak üzere arabanın kenarından seslenir: “Araba kullanırken gerçekten dikkatlisin değil mi!” Sarhoş hayretler içinde cevap verir: “Aaa bu arabayı ben mi kullanıyorum?”
Işıklı Londra, Şehir Işıkları filminin şehirleri arasında senaryoya en yakın olanı. Yoksulluk içinde büyüyen yönetmen Chaplin’in şehri başta. Los Angeles’a, Napoli’ye, Paris’e, hatta Tanca’ya bakarken Chaplin’in kamerasının gözü Londra. Şehir Işıkları’nda akıl hastanesine kaybettiği müzisyen annesinin, alkolik babasının ve çocukluğunun görüntüleri, St Marks kilisesinin önündeki heykel, Thames nehri kıyıları var. Bir de o yıllara ait melodi. Öyle bir melodi ki menekşe kokusu dolu. Anneannelere has mis gibi, taze mi taze bir parfüm. Şehir ışıklarındaki menekşe kokusu, Meller’in bülbül sesinde, “La Violetera” taş plakta; tak yakana sen de senyör, al bir demet bir paradan fazla değil.