New York-Londra-Roma Şehir Tellalı |
Değirmenler döndüğünde rüzgârın sesine yakıştı şarkı. Kadınlar iplik eğirdiğinde iğ sesine, çamaşır yıkarken derenin akışına, şelalede yıkanan adama, üzümü ezen ayağa, sepet ören nineye, buğdayı biçen tırpana yakışan şarkılar barış çağında yazılmadı.
Bilgisi keskin, ağıtı derin ses içinde korkuyu taşımadı hiç.
MÖ 4. yy’da bilge Lycaphron “Talih, zaman içinde bizden çok daha ileride olunca hep, ister istemez onun hükmüne rıza gösterip, acısını çekmeliyiz; ama kötü akıbet, talih ya da tabiatın değil de, bizi yönetenlerin işiyse, o zaman konuşmak şarttır” diye tanımladı sesi.
O gün bugündür, insan, şehrin bir parçası olduğundan beri, tanrıların ve insanların şehrinin bir parçası olduğundan beri, iyi yönetemeyenin en büyük korkusu o ses. Hele hele lidersizse ve hep birlikte, ele eleyse konuşmak.
Zeytin ağaçlarının çevrelediği şehir devletlerinin limanlarının etrafında sıralanmış dizi dizi inci misali beyaz mermer evleriyle kendinden memnun gülümsedikleri tarihlerde...
Üç köşeli lirin mucidi Samoslu şair Ibycus akşamın ve sabah yıldızının kimliğini kayda geçirdiğinde...
Değirmendere Colophon iken lire dokuzuncu teli eklediğinde...
Yalnız yürüdüğü tepelerden birinde haydutlarca katledilirken intikamını almaları için üzerinden uçan çalıkuşlarına seslendiğinde şair Ibycus.
O şehirlerde dilleri Friglerle akraba bu kültürden “zalim” (tyrant) kelimesini kazandı dünya.
Yunusların dostu gezer-söyler Lidyalı Arion, trajedilerin korolarına şarkı yazdığında, güneşin küçük şehirlerinin rıhtımlarından en son uzaklaşan yelkenlilerde görülen delikanlıların Sardinya denizinde korsan olduklarına dair hikâyelerini anlattı. Şiirlerini kadınlar şarkılarına dokuyup hayatı söylediklerinde.
Lesvoz’da Sappho aşk şarkılarına başladığında, kalemini lirine pena olarak kullanmayı akıl etti. Sicilya korolara lir ekledi. Müzik gezip dolandıkça lirin telleri arttı. Kimi zaman melteme karıştı sesi. Corint’den ya da Sparta’dan estiğinde. Kimi zaman bebelerin ninnileriyle dağıldı kıyılara, ya da zaferden dönen askerlerin ya da düşmana esir düşen mahkûmların ağıtlarında.
Misafirperverliğin, zarafetin, dostluğun, iyiliğin, sevginin toprağı nefessiz yaşarken asırlarını hoyratın, kabanın, cahilin, şiddetin pençesinde.
Sürgün, nüfusların toplu değişimi, ya da toplu katliyle medeniyetin geçmişine kazıdı mutsuzluğu, umutsuzluğu.
Kıyının boynunda inci inci, alçakgönüllü pırıldayan şehir devletleri gibi sonu yanık, karanlık yaralı.
Ama bir kere sevilmiş orası, sevilenlerin elinde yabancı da olsa yeni sahipleri, yine sevilecektir ümidiyle.
Zaman kuş kanadıyla okşadığında yaralı kurbanının yanağını.
Güneşin gözü kamaştırdığı yönde değirmenler gölgelerinden farksız.
Ve savaşlar girdi araya hep, bazen Milet halkı, Sakızlıların yanında yer aldı Eritre’ye karşı...
Sonunda ellerinden alındı limanların cazibesi, her önüne gelen bir denedi şansını. Eline geçirir geçirmez de sanki aynı formülle aynı suistimal. Böldü bölüştürdü, tekrar tekrar ölçüp biçerek artanı, arta kalanı ve azalanı.
Zamanı görünür kılmak için güneşin gözünde günün son kızıl özgürlüğü çırpındı durdu. Küçük Asya’yı batıya bağlayan limanların şehirlerinde emek bir kere bile bu da ağır diye düşünmedi, sırtladı yükü dengine.
O şehirlerin arasındaki mesafe, yolların geçtiği tepeler, şelaler, köprüler ve gözün alabildiğine hep denize ve hep denize uzanan vadiler hepsi onlara duyulan sevginin ifadesi.
Sürgün de işte böyle bir sevginin ürünü oldu hep. Öyle bir sevgi ki bu bir adamın adına işlemeyeceği suç yoktu. Bu şiddetli arzu açıklayabilirdi ancak onca yalnızlığı, bir yıldızın güzelliğiyle boy ölçüşürcesine.