Şebnem Şenyener

07 Ocak 2018

Kimi kandırıyorsun?

Amerika, anayasasının 25. maddesiyle garantilediği akli dengesizlik durumunda, Cumhurbaşkanını görevden alma yetkisini uzun süredir tartışıyor

ŞEHİR TELLALI

New York - Londra - Roma 

 

 

1898 yılı. 19 Temmuz’da, Fransa’nın ve muhtemelen dünyanın en ünlü yazarı Emile Zola,  tarihi değiştiren “Suçluyorum” adlı yazısının, L’Aurore adlı Fransız gazetesinde sürmanşet yayınlanması nedeniyle hapse mahkum edilince Paris’ten İngiltere’ye kaçtı. Londra’nın güneyinde, o vakitte “Kristal Sarayı” adlı cam fuarın bulunduğu semt, Norwood’da, Grosvenor adlı otele yerleşti.

Zola’nın “Suçluyorum” makalesi,1894 yılında Yahudi düşmanlığı nedeniyle iftiraya uğrayarak casuslukla suçlanıp hapsedilen Fransız yüzbaşısı Yahudi Alfred Dreyfus’un suçsuzluğunu belgelemiş, onu hapse attıran adaletin sahteliğini, iftira edenleri, buna ön ayak olan iktidar mensuplarını tek tek bütün çıplaklığıyla kanıtlamıştı.  Bu makaleden sonra Zola, Londra’da bir süre sürgün hayatı yaşamak zorunda kalmasına rağmen, Dreyfus’un suçsuzluğunun kanıtlanmasına ön ayak oldu. İftira edenler ve iftira suçunu örten işbirlikçiler cezalandırıldı. Bu arada neredeyse bir iç savaş şiddeti ile ikiye bölünen Fransa’daki Yahudi düşmanlığını gözlemleyen gazeteci Avusturyalı Theodor Herzl sayesinde İsrail devletinin ilk nüvesi fikren biçimlendi.

Zola’yı bana en güzel anlatan yazar Halide Edip’tir: “İnsan ruhuna, o müşkülpesent ve son derece Fransız bir idealizm ile öyle bir ışık tutar ki..” diye anlatır onu Hatırat’ında: “kabalığın heykelini dikip, kepazeliği resmederek  ademi yerden yere vurur. Bütün bunlar sonuçta aklımdan silinir belki ama Zola muhtemelen benim ruhumun en kuvvetli eğitmeni olarak ilelebet orada kalacaktır. Nasıl alalade biri ağzı zorla kapatıldığında nefes almak için mücadele ederse, o da, gerçek için kıyasıya verdiği mücadelesiyle benim gözümde nadir bir idealistir. Ademe hükmederek gerçeği örtbas etmeye onu zorlayan alçak kuvvetlerin yarattığı görünmeyen baskıyı ruhuyla hisseder Zola. Gerçeği onun kadar kuvvetli bir arzuyla savunan bir başka yazar daha yoktur. (Gerçeğin) tümünü hepsini birden arzular o: titiz idealizminin (gerçeği) ılımlandırmasına izin vermez. İnsanlığın standartını yükselterek zafiyetine daha kuvvetle vurur. ... son eserlerinde... Akli dengesi sağlanmadığı taktirde ademin bundan daha öteye geçemeyeceğini düşünür.. Zola yaşayıp da ademin bugün içine düştüğü yoksulluk ve sefaleti görseydi...” diye devam eden satırlarıyla Halide Edip Zola’yı sadece kendi gününe değil bugüne de taşıyor.  Görseydi diye düşünüyorum, görseydi“Suçluyorum” başlıklı makalesinin tekrar tekrar yayınlardı. Ve “Suçluyorum”un satırlarına dalıyorum:

“...bütün gerçek ve adaleti küçük düşüren... bu pislik sayesinde... büyük çağ başını gerçek ve özgürlükle taçlandırmışken... Tarih ... Cumhurbaşkanlığınız altında topluma karşı işlenen bu suçu kayda geçirecektir.

(Bu suçu işleyenler) cesaret ettiğine göre, ben de cesaret edeceğim. Gerçeği söylemeye, hem de yeminli olduğum gibi tümüyle söylemeye, adaletin normal yolları bunu yapamadığına göre, benim görevim konuşmaktır, bu rezalete suç ortağı olmak değil... Aksi taktirde gecelerimi, işkencelerin en korkuncu olan, işlemediği suçun acısını çeken o masum insanın görüntüsü doldurur...bunların kökünde ise kötü bir adam var...en tuhaf entrikaları çevirip, ucuz cinayet romanlarının aldatmacalarına saplanarak, çalınmış belgeler, imzasız mektuplar, terkedilmiş sahalarda buluşmalar... kanıt alıp satarak... ortalığı bulandıran  en karanlık ve karmaşık yaratık. ... çılgın soruşturmalar, şeytani fanteziler, akli dengesi olmayan işkenceler... ve o ilk mahkeme! Gerçek ayrıntıları bilenler için ne vahim bir kabus o... Bayan Dreyfus’u, kocasıyla konuştuğu taktirde kocasını mahvedeceğini söyleyerek korkutan o... Ortada akli dengesi olmayan iddialardan başka bir şey yok... Hem de nasıl uyduruk! Bunlarla birini değil cezalandırmak suçlamak dahi büyük bir kötülükten başka bir şey değildir. Bu dökümanı kalbinde hiç bir öfke uyandırmadan, bir iğrenme çığlığı duymadan okuyabilen biri varsa çıksın karşıma! ... bir kaç dil biliyormuş! Suç! Üzerinden işbirliğini gösteren bir belge çıkmamış! Suç! Doğduğu yeri ara sıra ziyaret edermiş! Suç! Çok çalışırmış ve doğru bilgi edinmeye özen gösterirmiş! Suç! Hiç şaşırmamış! Suç! Şaşırmış! Suç! Nasıl çocukça bir dil! Nasıl zemini olmayan bir suçlama! ....Hayır! Hayır! Bu düpedüz bir iftira! Üstelik bunu pişiren bütün iğrenç ve içten pazarlıklı esas suçlular üzerlerine toz kondurmadan serbest dolaşıp dururken. Bütün Fransa’yı allak bullak hale getirdikleri gibi, bulandırdıkları ortamın arkasına saklanıp dudaklarını mühürleyerek kalplerimizde huzur bırakmayıp, ruhumuzu saptırdılar. Devlete karşı bundan daha büyük bir suç bilmiyorum.” 

Amerika, anayasasının 25. maddesiyle garantilediği akli dengesizlik durumunda, Cumhurbaşkanını görevden alma yetkisini uzun süredir tartışıyor. Hafta içinde piyasaya çıkan “Ateş ve Öfke” kitabının yazarı gazeteci Michael Wolff’un Beyaz Saray’da ilk elden topladığı gözlemleri olmasa da, Cumhurbaşkanının akli dengesinin bir devletin, hele hele anayasasını ciddiye alan bir devletin yönetimine ermediğini oldukça uzun zamandır ilkokul sırasındaki çocuklar bile farkında. Kimsenin kimseyi kandırmasına gerek kalmaksızın hem de. Nükleer çağın,  Başkanlık ofisinde yanlışlıkla “pencere” yerine “ayna,”  “tavan” yerine “taban” diyen bir başkanı dahi kaldırmadığı aşikarken. Deliliği yasal olarak tanımlayan ölçek gerçekle fanteziyi birbirinden ayırt etmek olduğuna göre, mesele sokaktaki çocuğa aşikar bu gözlemi doğrulayacak, gazeteci Wolff’un kitabına kaynak olan eski Trump stratejisti aşırı sağcı Steve Bennon gibi, mühürlü dudakları işten atılınca açılıveren bir Başkan Yardımcısı ve de kabinenin yarısında.     

O anı beklemeye insanlığın ömrü yetecek mi sorusunun cevabını ise, 1960’larda yazdığı “Kalabalıklar ve İktidar” adlı kitabında Nobel ödüllü yazar Elias Canetti cevaplıyor: “Her gerçek iktidar hırsının kökünde hayatta kalan en son insan olma arzusu yatar!


www.sebnemsenyener.com