Şebnem Şenyener

10 Mayıs 2015

Kara gözlü sarışın

Her şey pahalıdır orada, her şey. Hayat hariç. Hayat ucuzdur, bir adam üç beş kuruşa öldürülür

ŞEHİR TELLALI

Newyork-Londra-Roma

 

 

O büyüklükteki kelimeleri hafif okumanın imkanı yoktur. Kurgusu, insan karakterindeki zayıflıklar, çöküş, çelişkiler ve karanlık olan “kara/noir” roman ya da “katı/hard-boiled” polisiyenin, ilk bakışta insanın gözünü cıvıl cıvıl güneşi,  pırıl pırıl yıldızları ile çarpan Los Angeles’a yakıştırmak kolay değil. Halbuki Los Angeles parlak ve günahkar şehir. Dev dalgaların, koca kumsalların üzerinde bütün gün çoşan güneşle rekabet içinde gecesi. Kara romanın ustası Raymond Chandler’ın ifadesiyle: “o gece ki, sokaklarında karanlıktan öte bir şeyler vaadeder.”  Derken karakterleri başdöndüren, hikayesi soluksuz okunan dört dörtlük bir Los Angeles kara romanı yazar. 

O gecenin sabahında, güneşin ılk ışıkları şehre dokunduğunda, ambulansın, huzuru bütün gücüyle yaran sireni ayağa kaldırır herkesi.  Mesela, dünyanın en çok satan albümü Thriller’ı (Polisiye) yapan, süper gösteri sanatçısı Michael Jackson pırıl pırıl bir yaz sabahı esrarengiz bir şekilde yatağında ölü bulunur. Hem de en abartılı “kim yaptı?” polisiyesinin dahi hayal edemeyeceği türden karakterleriyle ; para gözlü menajerler, müzik endüstrisi komploları, estetik cerrahlar, anestezi reçetesi satan doktorlar, bahçesi envai çeşit hayvanlarla dolu süper bir köşk, çocukların mirasına konmak isteyen bir hemşire, plastik vücut parçaları yapımcısı bir “Frankstein” , kurbanlık sübyanlar, onlardan para kazanan ebeveynler, sihirbazlar, takma melek kanatları, oksijen makinaları, müzik, dans, konser kazaları, uyuşturucu, ırk çatışması, sınıf çatışması.

Şu acımasız sokaklarda acımasız olmayan bir adam yürümeli, lekesiz, korkusuz. İşte bu hikayenin detektifi öyle bir adam. Kahraman o, o herşey” sözleriyle Chandler’ın detektifi Philip Marlowe gerçekçidir. Polisiye klasiklerini gölgede bırakır hayat. Polisiyelerini günün birinde film senaryosuna çevirip para kazanma hevesindeki her yazarı çatlatırcasına, şehir cinayeti kendi kaleme alır.

Hollywood Bulvarı üzerinde Yıldızlar Mağbedinin tam karşısında vaktiyle Marilyn Monroe’nun uğrak yeri Roosevelt otelindeyim.  Vakit öğle üzeri. Dışarıda California’nın cıvıl cıvıl güneşi kristal kase yüzme havuzunu kucaklıyor. Havuzun dibi İngiliz ressamı David Hockney’nin mavi fırça darbeleriyle bezeli. Akşamdan kalma bir iki genç uykulu gözlerini böyle bir sanat eserinin içinde tembel tembel yüzerek açmaya çalışıyor. Havuzun etrafında otel armasıyla işli beyaz havlulara sarılı şezlongların hepsi boş. Masmavi, pürüzsüz gökyüzünde palmiyeler Pasifik esintisiyle aheste beste yelpazeliyor boş şezlongları. Uçsuz çölün etrafını dolanan otoban tarafından çöl lolitalarının kokusu karışıyor havaya. Terkedilmiş kiliselerin yalnız yalnız çınlayan çanları nefessiz, uzak. 

Aniden Eagles’ın 1977’den bugüne uzanan melodisi kulak zarını çizerek bu huzurlu rüyadan silkeliyor oteli: “...ne hoş yer, ne hoş yer, ne güzel bir sima. Odaları bol, müsait, yılın her anı... yılın her anı... ne güzel süpriz, ne hoş yer, Hotel California.. . tanığını getirmeyi unutma...” Gökyüzünden çekilen palmiyenin gerisinden bir el ateş eden güneş ışığı kurşun hızıyla saplandı göz merceğine. Havuzun etrafında ritme uyarak hareketlendi çıplak, taze vücutlar. Belli belirsiz gölgeler gerdan kırıp kıvırdı: “Tavanı aynalı, buzunda bekler pembe şampanyası... kızın etrafında güzel, güzel oğlanlar, hepsi onun arkadaşı, tatlı bir yaz teriyle ediyorlar bahçedeki dansı... kiminin derdi unutmak, kiminin hatırlamak niyeti...”

Şarkıya rağmen, belki de Monroe’nun uğrak yeri olduğundan onun stilindeki bu otel, 1950’lili yılları, neon ışıklı, elma şekeri, pamuk helva satan dinerlarda vaktini geçiren adamın şiiri satırları çağırıyor kulağa.  “Büyük Uyku”da yatağında şehvet düşkünü zengin bir kadını çıplak bulduğunda, hiç istifini bozmadan bir sigarayı yaktığı ana. Humprey Bogart’ın yüzüyle Marlowe kendine bir içki hazırlar.  Satranç tahtasını seyreder bir süre. Ve nihayet kadına içeri nasıl girdiğini sorar. Kadın açıklamasını bitirince : “içeri nasıl girdiğini anladım, şimdi dışarı nasıl çıkacağına geldi sıra.” Kadın gider gitmez derdini okura açar: “dışarı çıkınca içkiyi elimden bıraktım ve yatağı paramparça ettim.”

Cinayetin Basit Sanatı” makalesinde sanatını anlatır Chandler: “Şu acımasız sokaklarda kendi acımasız olmayan bir adam yürümeli, o adam kahramandır işte, o herşeydir! O tepeden tırnağa bir adam, alalade bir adam ama alışılmadık bir adam olmalı. Kendi dünyasındaki en iyi adam o olmalı, bütün başka dünyalar için de geçer akçe biri. Özel hayatı beni ilgilendirmiyor fazla. Harem ağası değil şehvet düşkünü de değil! Bir düşesi baştan çıkarabilir  tabii ama hani bir bakireyi kirletir mi onu bilemem... oldukça fakir bir adam, yoksa zaten detektif olamazdı. Alalade ama herkesin içine giremeyen. Karakter sahibi ama vazifesinden pek emin değil. Kimseyi dolandırmaz... yalnızdır, gurur sahibi muamelesi gördüğünde gururlanan, ya da görüldüğünde insanı pişman eden türdendir. Kendi yaşındakiler gibi konuşur, kaba bir espri anlayışı vardır... sahtelikten tiksinir, küçüklükten nefret eder. Macerası gizlenen gerçeği aramaktır, bir adama yakışmadıysa o macera macera değildir. Uyanıktır, uyanıklığı ile karşısındakini şaşırtır yalnız bu özelliği onun hakkıdır çünkü onun dünyasına aittir. Onun gibiler yeterince çoğalırsa dünya yaşanması güvenli bir yer haline gelir  aynı zamanda çok da sıkıcı olmaz

Nitekim, kahraman Philip Marlowe, Los Angeles özel detektifi, ilk kez “Büyük Uyku”da ortaya çıktığında herkes gibidir. Çok iyi biri olduğu söylenemez. Rasyonellik takıntısı yoktur. Arasıra tokatladığı kadınlar onu “hasta eder!”  Sosyal normlara aldırmaz, kabadır. Homoseksüeller ona göre değildir. Hani acıması olmasa kötünün yanına oturur o da nerdeyse… Durmadan ceset üretmek yerine cinayeti sahiplerine geri vererek. Sebeblerini onlardan öğrenerek. Gerçekçilik bu. Cinayet yazan gerçekçinin dünyasında gansterler ülkeleri, şehirleri yönetir. İşyerleri, oteller, binalar, genelevler mafyanın elindedir. Caddelerde kimse güvenle yürüyemez. Mahkemeler, kanun adamları, polis bu para girdabının çeperinde dönüp durur. Hayal edilmesi zor bir dünya değil bu, tersine içinde yaşadığımız dünya işte. Her şey pahalıdır orada, her şey. Hayat hariç. Hayat ucuzdur, bir adam üç beş kuruşa öldürülür. İyi detektif hikayesi yazarı ölülerle değil, gömülmemiş ölülerle rekabet eder. Kalemi serttir, hafif okunmaz büyük kelimeleri, vurduğu yeri acıtan türden.

Sonunda haklı olarak kendini Marilyn Monroe’ya benzetir Chandler, 1955’de Daily Express gazetesi ünlüleri “alçak, orta ve yüksek” olarak seviyelendirdiğinde. Çünkü Monroe gibi Chandler ünlüler içinde bu üç sınıflandırmayı birden tek hakedendir.


www.sebnemsenyener.com