ŞEHİR TELLALI New York - Londra - Roma |
Alman Die Welt gazetesinin, 9 Aralık Cumartesi günü, Silivri Cezaevi’nde 300. gününü dolduran muhabirleri Deniz Yücel’in tasvirine dayanarak, tipik bir hücrenin krokisini yayınladığını, 10 Aralık günü krokiyi haber yapan İtalyan La Repubblica gazetesinde okudum.
Yücel, eşinin ona getirdiği Hürriyet gazetesini yere yayarak hapsedildiği odanın paftasını çıkarmış. Die Welt gazetesi çalışanları, bu tasvire sadık kalarak, gazete binasının içinde, 15 grafiker desinatörün yardımıyla,12 metrekarelik (418cmX310cm) hücrenin birebir paftasını zemin kata gazete sayfalarını yan yana dizerek kurmuşlar.
Tek kişilik karyola, alaturka hela, lavabo, dolap, masanın bulunduğu tek adımlık bir F tipi cezaevi hücresinin tasviri, gazete sayfalarının üzerinde gerçekçi boyutlarıyla yayınlandığında, Die Welt okurlarını ve onun haberini yapan La Repubblica okurlarını sanki Silivri’ye getiriyor. Sadece Deniz Yücel’e değil, orada aynı ya da benzer iftiralarla tutulan yüzlerce diğer gazeteci, yazar, sivil toplum, insan hakları savunucusuna da hücrelerinde yalnız olmadıklarını söylüyor. Mürekkepli, kağıtlı gerçekçi ve yaratıcı bir sesle.
Yani artık senin kaldığın yeri biliyorum. O yüzden, bir sanat eseriymişçesine gazeteyi cebime koydum, Londra’da, Tate Modern Müzesi’nin yolunu tuttum.
1917 Ekim devriminin yüzüncü yıl dönümü nedeniyle açılan, halen New York eyaletinde yaşayan, Rus göçmeni sanatçı çift, İlya ve Emilia Kabakov’un “Geleceğe Herkes Alınmayacak” sergisine gittim.
Sergide “Labirent” adlı eserin sergilendiği sekizinci odadayım. Cebimde Silivri hapishane hücresinin krokisinin bulunduğu gazete. Karşımda, Sovyet baskı rejiminin, insanları rencide etmek amacıyla, komün halinde, birlikte yaşamaya zorladığı apartman odalarını birleştiren, loş bir ışıkla aydınlatılmış koridorun temsili 1990 tarihli eser. Toplumun doktrine edildiği, devlet çizgisine ters düşenlerin “gelecek trenine alınmamakla” tehdit edildiği, insanların beyninin, dille, ideoloji ile, kılık kıyafetle, yaşam tarzıyla yıkandığı ortamın kayıtları. Uzayıp gidiyor, dönüp duruyor koridor. Önce çifte spiral dönüşle merkeze oradan tekrar dışarıya tam bir labirente sokuyor izleyeni. Alt kısmı kırmızı üstü kirli bir gri, vaktinin Sovyet sosyalist gerçekçiliği renkleriyle badanalanmış duvarda, peş peşe İlya’nın dayısının siyah beyaz fotoğrafları ve annesinin hatıratından kısa kısa alıntılar içeren birbirinin aynı büyüklükte çerçeveler var. Eser koridorla birlikte dönüp dolanıp yılan hikâyesine dönüşüyor. Hikâye annesinin hatıratına sakladığı babasından İlya’ya yazılmış bir mektupla başlıyor:
“Sevgili Oğlum, benden hayat hikâyemi yazmamı istemişsin. Bu arzunu yerine getirmeye karar verdim. Ve bugün, 22.1.1982’de yazmaya başladım. 80 yaşındayım. Kendimden önce ailemi anlatmakla başlayayım. Babamın, Otopyansky bölgesinde, Vilensky ilinde, Trab’de küçük bir kasabanın yerlisi olduğunu gösteren kimlik kağıdını yıllarca sakladım. Kendisi bir küçük burjuvaydı. Annemin kağıtlarını hatırlamıyorum. Onları evlat edinen çocuksuz çiftle yaşamaya başlamadan önce annem de babam da kimsesizmiş. O yaşlı insanların da fotoğraflarını uzun süre sakladım – besleme akrabalarım oldukları için. Annemle babam büyüyünce, annemi hizmetçiliğe, babamı da bir terzinin yanına çırak vermişler. Ergenliğe yasal yaşa ulaşınca evlenmişler. Birbirlerinden tamamen farklıydılar. Babam içine kapanık, konuşmayan biriydi, işini ve sinagogu iyi bilirdi…” diye başlıyor.
Yüzyıllar ve yüzyıllar boyu, rejimlerden rejimlere, hayatlardan hayatlara sürercesine. İlerden koridorun öteki ucundan İlya’nın yanık kırık sesi geliyor. Melodi tanıdık. Hepimizin iyi bildiği o şarkı: “Ne günlerdi dostum…” şarkısı.
Yedi yaşındaydım Suat amcanın kavuniçi plakçalarında 33’lük plaktan şarkıyı ilk İngilizce olarak duyduğumda. Hemen öğrenmiştik hepimiz bütün çocuklar, romantik bulaşıcı melodiyi hep bir ağızdan bağırıyorduk…
Those were the days my friend…
Şimdi aniden, aslı çıkıyor karşıma. İlya Kabakov’un sesinden, kesik kesik Rusça aslı: Dorogoy Dlinnoyu...
Uzun bir yol boyunca demekmiş. Aynı bulaşıcı, nostaljik sesle Kabakov yarı hatırlayıp yarı unuttuğu şarkıya devam ediyor:
“Sürüyorlardı zillerle donanmış üç atlı arabayı
Ufukta parlıyordu şehrin ışıkları
Ben de şimdi sizinle geleyim canlar
Ruhumu kurtarayım şu özlemden...
Uzun bir yol boyunca gecenin ortasında ayışığında
Çıngır çıngır çıngırdayarak uçup giden şarkıyla
Ve şu eski, yedi telli (gitar) yanımda
En çok da geceleri delip geçerdi ruhumu
Keyifsiz, hiç bir tadı yok deşmiyor artık
Hatırlıyorum geçmiş yılları
Senin o gümüşi ellerini
O üç atlıyla uçup gittiler ebediyen
Şarkımız beyhudeymiş meğer
Bilmeden yakmışız geceyi de günü de
Şimdi eskiyle bitmişse işimiz
Bizi çoktan terk etmiş geceler...”
Kabakov’un Labirent’nin koridorları beni o loş ışıklı Sovyet komünü apartman katından bu sefer bizim yılan hikayesine, bizim “Dorogoy Dlinnoyu”ya , o “uzun yol boyuna” taşıdı. Cebimde Silivri hapishane hücresinin krokisi.
Melodi devrim yıllarına ait. Şair Konstantin Podrevskii’nin mısralarını, Boris Fomin bir çingene melodisiyle o zaman şarkılaştırmış. Sonra 1958’de, Fyodor Dostoyevsky’nin Karamazov Kardeşler romanı sinemaya aktarıldığında, çingeneyi oynayan Maria Schell tarafından söylenerek popüler olmuş ilk kez. 1968’de Mary Hopkin’in billur sesi aynı melodiyi bu sefer İngilizce sözleriyle, “Those were the days my friend” olarak liste başına taşımış:
“Vaktiyle bir meyhane vardı” diye başlar İngilizce şarkı.
“Vaktiyle bir meyhane vardı
Bir iki kadeh kaldırırdık arada
Saatleri kahkahayla kovalardık
Büyük işler yapmak hayaliyle...
Ne günlerdi dostum
Biteceğini hiç düşünmedik
Şarkı söyleyip dans ettik o gün sanki ebediymişçesine
Yaşadık istediğimiz gibi
Savaştık hiç kaybetmeksizin...
Gençtik, yolumuzdan şüphe etmedik....
Sonra meşgul yıllar geçti gitti yanımızdan
Yıldızlı hayaller kayboldu yolda
Tesadüfen o meyhanede seni yine gördüğüm zaman
Gülümsedik göz göze geldiğimizde
Ne günlerdi dostum ...
Bu gece yine dineldim o meyhanede
Değildi hiç eskisi gibi
Bardaklarda tuhaf bir sima inanamadım
Ben miydim bu yalnız kadın?
Ne günlerdi dostum
Hiç bitmeyecekmiş gibi...”
Kabakov’un sergisinin sekizinci odasındayım. Tarih 10 Aralık 2017. Cebimde, Die Welt gazetesinde yayınlanan Silivri hapishane hücresinin krokisi. Tate Modern müzesinde, “Geleceğe Herkes Alınmayacak” sergisinde. Sergi izleyen herkese, işlediği suçları ört bas ederek, bugünü, tarihi ve geleceği kendi istediği gibi yazmaya kalkan her baskı rejiminin sonunun Sovyetler’den farksız olduğunu anlatıyor bu labirentle. Nitekim, saçma sapan uydurmalar, iftiralarla baskı rejimlerinin gelecekten mahrum etmeye kalkıştığı, bütün gazeteciler, yazarlar, sivil haklar ve özgürlüklerin savunucuları, çalışmaları, haberleri, eserleri, Silivri hapishanesinde tutuldukları o tipik hücre ve Die Welt gazetesinin temsili sayfaları da birlikte çoktan geleceğe yazıldılar bile .