ŞEHİR TELLALI New York - Londra - Roma |
Faşizmin Almanya’da iktidara gelmesinden dört yıl önceydi. Gelmiş geçmiş en iyi kemancılardan biri, New York doğumlu Yehudi Menuhin, 1929 yılının Mart ayında, on üç yaşına basmasına bir ay kala Berlin’de konsere çıktığında. Prens Khevenhüller’in hediyesi Stradivarius yapımı kemanıyla. Bach, Beethoven ve Brahms’dan oluşan maraton konseri seyircileri kendinden geçirip kontrolden çıkardığında. Alkışlar kesilmek bilmez, tekrar istenince bir de Mendelssohn çalar Menuhin. O sırada seyirciler arasında amatör bir kemancı onu izlemektedir. 1905 yılında geliştirdiği izafiyet teorisiyle 1921 yılında Nobel ödülünü alan dahi Albert Einstein’dır o. İzlediği kabiliyet karşısında heyecanını o da saklayamaz. Sahne arkasına koşturanların başını çeker. Menuhin’i hararetle kucaklayıp “şu cennetlerde” der, “bir tanrı var, artık biliyorum.”
On yaşında Romanya’da çingenelerin kemanını ilk kez duyup, gümüş saplı kıymetli arşesini bir aylık taze çilekle değiştiren Menuhin, yaşı kemale erdiğinde İngiliz besteci Sir Edward Elgar’a hayran olduğu için İngiltere’ye yerleşir. Çoğu kez bestecilerin unutulmuş, az çalınan parçalarını ortaya çıkararak, “Müzik her çocuğun hakkıdır, benim için yeri nefes almakla eş değerdedir” düşüncesiyle Surrey’de genç müziyen yetiştiren bir okul kurar.
Çocuk yaşlarından itibaren önce ailesinin teşviğiyle keman çalmayı öğrenip müzikle büyüyen, özgürlüğü özgünlüğüyle ifade eden bilim adamı Einstein’dır Menuhin’in ögrencileri için ideali.
Einstein, bilimsel çalışmalarının yanısıra müziği hayatı boyunca bırakmaz, amatör olarak kemanını çalmaya devam eder. Onun kulağını anlatır şu sözleri:
“Müzikte favorim Bach, Mozart ve bazı eski İtalyan ve İngiliz bestecilerdir. Beethoven o kadar değil ama Schubert kesinlikle. Bach ya da Mozart türünden seçimler yapmam mümkün değil. Müzik de mantık aramam. Teoriye gerek olmaksızın genelde algılarıma dayanırım. İçel birliğini tam kavrayamadığım bir eseri hiç sevdiğim olmadı. Handel’i hep beğenmişimdir -hatta mükemmel olduğunu hissetmişimdir- ama belli bir sığlığı vardır. Beethoven benim için fazla dramatik ve çok kişiseldir. Schubert, duyguyu ifade etme konusundaki olaganüstü kabiliyeti ve dev melodi yaratma kuvveti nedeniyle en sevdiğim bestecilerden biri. Ama daha büyük eserlerindeki yapısal tasarım eksikliği beni huzursuz ediyor. Duygu zenginliği ve özgünlükleri sebebiyle Schumann’ın küçük eserleri beni çekiyor olsalar da resmi bir üstünlüğe sahip olmadıkları için dört dörtlük bir keyif almam mümkün olmuyor. Mendelssohn’nun yeteneğini hissedebiliyorum ancak derine inememesi sıradanlığa itiyor onu. Brahms’ın ancak sayılı eserini gerçekten önemli olduğu kanısındayım. Çoğu eseri içsel iknadan mahrum. Onları niye yazması gerekmiş anlamıyorum. Wagner’in yaratıcılığına hayranım, ama yapısal inşadan mahrum olması eserlerini yıpratıyor diye düşünüyorum. Dahası, müziksel kimliğinin tanım ötesi bir saldırganlık olması nedeniyle onu ancak tiksinerek dinleyebiliyorum. Richard Strauss’un yetenekli olduğunu hissediyorum, ama içsel bir doğrudan mahrum ve onu sadece dışsal etki meşgul ediyor. Modern müziğin beni ilgilendirmediğini söyleyerek bir genelleme yapmam mümkün değil. Debussy son derece renkli ama yapısal zafiyet gösteriyor. Böyle olunca bu tür şeylere büyük bir ilgi duyamıyorum.”
Hayatının kısa bir dönemini dini şarkılar yazarak geçiren ve sonunda dinin bilime ters düştüğüne kanat getirerek kişisel dini reddeden Einstein sadece Menuhin’i değil “cennetler” diye isimlendirdiği gökyüzünü de bu kulaklarla dinler şüphesiz. Ve sonunda, geçtiğimiz şubat ayında bilim onun kulaklarını doğrular.
Başlangıçta bir cıvıltıdır duyulan, orta Do notasına kadar yükselip aniden susan. Einstein’ın izafiyet teorisini kanıtlar o ses. Güneşin otuz katı büyüklüğünde iki kara deliğin çarpışması esnasında oluşan spiral hareketten doğan yerçekimsel dalgaları geçtiğimiz şubat ayında sese dönüştürdüğünde bilimadamları.