ŞEHİR TELLALI New York - Londra - Roma |
New York’a yerleştiğim dönem, 1980’lerin başı. İlk ikamet tümüyle siyahların yaşadığı Prospect parkı, Brooklyn. İstanbul’dan, Engin Cezzar’ın sahnelediği, James Baldwin’in eseri “Sokagın Dili Olsa”yı ezberlemiş halde geldiğimden bu “Bir Başka Ülke”ye. Yadırgamadım. Baldwin 1970’lerde Harlem’de aşkı anlatır “Sokağın Dili Olsa”da. Belki, 1960’larda, Village’de geçen romanı “Bir Başka Ülke”yi İstanbul’da bitirdiği içindir ki, onun kalemi sayesinde siyah New York’a hemen ısındım. Daha ilk gece, sadece kitapların çevrelediği döşeme üzerinde yatak diye kullandığım şilteden başka bir şey bulunmayan bir oda bir mutfak eve dalan hırsızlar, yengemin evlilik hediyesi verdiği mavi mineli altın saatimi çaldıklarında şaşırmadım o yüzden.
Baldwin’in kaleminden öğrendiğim Harlem’e ilk kez, arkadaşım Sabit’in beyaz omnibüs Volkswagen’i ile gittim. Çiğdem’in akşam yemeği daveti sebebiyle. Tümüyle köhne, sadece dört tekerlek ve bir şoför koltuğundan ibaret, vites kolu dahi çalınmış ve Sabit’in yüksek mühendisliği sayesinde, ondan başka kimsenin anlayamadığı bir sebeble mucize kabilinden çalışır durumdaki komik minibüse hep birlikte doluştuğumuzda Harlem’lilerden bizi ayırmanın imkanı yoktu. Minibüsü o rahatlıkla sokağa kapının önüne bıraktık. Yemekten sonra yerinde olup olmayacağı konusunda aramızda bir de iddialaşıp bahse girdik hatta. Gece yarısı çakır keyif eve dönmek üzere sokağa indiğimizde Sabit uzaktan minibüsünü görünce önce bahsi kazandığını zannetti. Pek keyiflendi. Ama kısa sürede aküsünün çalındığı ortaya çıktı. Sabit keyfini hiç kaçırmadan önce küfrü bastı, sonra gayet pişmiş bir halde sağa sola bakındı. İki sokak aşağıda köşe başında çöp bidonunu tutuşturmuş etrafında dolanan bir grup serseri genç tespit etti. Hep birlikte oraya yollandık. Sabit’in tahmini boşa çıkmadı. Serseri grubuyla giriştiğimiz pazarlık sonucunda minibüsten çaldıkları aküyü on dolara geri alıp arabaya taktık ve gecenin o derin karanlığında, Manhattan’ın bir siyah ucundan öteki siyah siyah ucuna şarkılar söyleye söyleye döndük.
Bu hadiseler bizi kısa süre içinde Siyah Manhattan Harlem’in üç sokak ötesi 122. Sokak ve Broadway’e taşınmaktan alıkoymadı. İlk kez o zaman ünlü 125. Sokakta yürüdüm. Cotton Club’ü, Lenox Lounge’ı o zaman gördüm.
Ve onaltı yıl önce, Yeniyüzyıl gazetesinde yine bir bahar pazarı yayınlanan “Harlem’de Bahar” adlı yazımda duyurdum haberi: “Bahar kapıyı yavaş yavaş aralamaya başladı New York’ta. Aşkın her an eşikte belirmesini bekliyoruz. Lavlara gömülü demir yürekli taş şehrin insanları, köle gözleri hala yarı uykulu. Amerikan eğemenliğindeki dünyada son yarım asırdır büyük hızla artan, “dünyanın öküz boynuzları üzerinde düz bir tepsi olduğuna” inananlarca kurulan “Düz Dünya Topluluğu” özel bahar eğlenceleri programını sokak başlarında dağıtmaya başladı. Central Park’ta manolya ağaçları tomurcuklandı. Çiçeklerin eli kulağında. Her zamanki gibi doğa, güzelliğini taş abidelerin arasında göstermeye çalışacak anlaşılan. Ama nafile. Çünkü bu baharı Harlem’de geçireceğiz hep birlikte.
New York, şanı, şöhreti bıraktı. İnanmayacaksınız ama doğru. En azından son günlerde birkaç gazete makalesinde gözüme çarptı. Bir iki kahve köşesinde konuşulurken işittim, bu baharda şan, şöhret ve para bizim tabirimizle “out,” şairlerin, ressamların, müzisyenlerin, sanatçıların yatağı Harlem’e gidiyoruz, ırkçılığa karşı direnişin, sefaletin, şiddetin, uyuşturucunun, yalnızlığın, karanlığın ve insanlığın sokaklarına.
Vakti zamanında Hollandalı çiftçilerin yaşadığı Harlem, ismini bu beyaz sarışın, mavi gözlü Avrupalı’lara borçlu. Başlangıçta, İngilizleri, Almanları ve doğu Avrupalı Yahudileri barındıran Harlem’in “siyahlaşması” 20. Yy başlarına rastlıyor ve 1904-1908 yılları arasındaki New York gazete manşetlerine bakılırsa, oldukça çekişmeli bir dönemin hikayesini sergiliyor: “Siyah Veba Harlem’de,” “Harlem’i Zenci İşgaline Terkedecek miyiz?” “Çok geç olmadan uyanın, Zenciler Harlem’in kalbini Yiyor” şeklinde o zamanın manşetleri.
Sonunda beyazlar her ay Harlem’e gelen yüzlerce siyaha pes ettiler anlaşılan. Beyaz kiliselerin yerini siyah kiliseleri aldıkça. Harlem’in siyah tarihi yazılmaya başladı. Gerisi malum, her sınıftan siyah, Harlem’e yeni renkler yeni isimler getirdi. Şehrin en güzel mahallesi, en Avrupai köşesi haline geldi Harlem. Derken caz klüpleri, gece hayatı ve hepimizin yakından tanıdığı yetenekler tek tek parladı Harlem’in ışıklarında. Bunu bunalım yılları, savaşlar, işsizlik takip etti. Beyazlar dünyanın düz olduğunda iddia ettikçe, Harlem’de evlerin ışıkları söndü, binalar harabeye döndü. 1970’lerde büyük elektrik kesintisinin akabinde mülk sahipleri sigorta parası peşinde binalarını yaktılar. Yarısı yanık, penceresiz, ısınmayan galerilerde kalabalıklar uyuşturucuya verdiler kendilerini, şiddet Harlem’i ölüm istatistiklerinin başına oturttu. Yeni doğan çocuklar gıdasızlıktan, bakımsızlıktan, kötü muameleden, oyuncak yerine kullandıkları hakiki silahların patlaması nedeniyle ölürken, Harlem dünyanın en gelişmiş toplumunun tedavisi imkansız sefalet karantinasına dönüştü. 125. Sokak karantinanın sınırı oldu. Beyazlar oradan öteye adım atamadılar. “O”nlar gibi olmamak için. Olur da bu sefalet denen şey onlara da bulaşır korkusuyla… şimdi ekonomik bunalım beyaz işyerlerini, Wallstreet’in yuppielerini vurdukça, işyerleri birbir “indirgendikçe” Harlem bize yaklaşıyor, biz Harlem’e. O yüzden bu baharı Harlem’de geçireceğiz, Harlem’in sokak tiyatrolarında, tütsü kokularında.” Bu satırlarım Harlem’e beyaz akının ilk habercisidir on altı yıl önce.
Manhattan’lı solcu, demokrat, profesyonel, ortasınıf beyazlar, şehrin kalburüstü köşelerinde değerlenen mülklerini satıp, “trend” haline getirdikleri Harlem’de, kendilerini sanata vererek, yapım gerektiren eski mülkleri ucuza kapattıklarında.
Şimdi, yeni baharın bu pazar sabahında, Malcolm X bulvarında Senegal pastahanesinin önünde taze croissant ve kahve için kuyrukta bekleyenler arasında tek bir siyah yüze rastlamak mümkün değil. Biraz ileride beyaz sağlık düşkünlerine hizmet veren lüks süpermarket “Whole Foods” açılmak üzere. Bulvardan bisikletle geçen siyah serseri gençler bu beyaz akını protesto ediyor: “Harlem’i Kurtarın Hemen Şimdi!” diye bağırarak. Aynı siyahlar buraya geldiklerinde beyazların bağırdığı gibi.
Ömrünün yarısını Harlem’de geçiren ve hayatını Harlem’in siyah kültürünü satarak kazanan siyah yazar Michael Henry Adams, dün New York Times gazetesinde yana yakıla, feryat figan beyaz işgaliyle “beyazlaşan” Harlem’e itiraz etti: “Senegalli mültecilerin, güney köylülerinin baskıdan kaçıp, fırsat bulmaya geldiği yerdi burası vaktiyle. Şiirin, müziğin ve güzelliğin beşiği, burayı tanımayanlar için sefalet yatağı, acı bataklığı diye bilinen bu mahalle…. değişiyor. Basının “şehir öncüleri” adını verdiği bir grup sayesinde… yeni modern yapılar, hip lokantalar, turistler, inşaat sektörü, yeni çocuk sahibi genç aileler sayesinde. .. Harlem’e ait ucuz konut kalmadı. Kiralar yükseliyor, tarihi binalar yıkılıyor, Duke Ellington’ın çaldığı Renaissance, Malcolm X’in cenazesinin kaldırıldığı Childs Memorial Temple artık yok. Smalls’ Paradise, Lenox Lounge çoktan gitti. … Vaktiyle fakir siyahların yaşadığı, tek gölgesi olmayan, ağaçsız, yıkık, yanık, dökük, kırık, köhne Harlem dönüştü, gelişti, modernleşti, ağaçlandı, çiçeklendi, şık bir mahalle haline dönüştü şimdi ama fakir siyahlar için değil, zengin beyazlar için… Harlem’i bu durumdan kurtaralım! Şimdi!”
Yazı, 20. Yy başında Harlem’e akın eden siyahlardan yakınan haberleri anımsatan türden. Dünya bu yuvarlak. Başladığı yere dönen eksende kendini tekrar ederek ilerliyor zaman. Şimdi Harlem’e bakan göz, vaktiyle Siyah Aydınlanma döneminin kültürüyle güzelleşen Harlem’in yerinde, modern, zengin, şık, Hollandalı çiftçi ebeveynlerine benzeyen sarışın profesyonel dünyanın insanlarının doldurduğu bir mahalle görecek! Geçmişe ait fotografın negatifi gibi siyahları beyaz, beyazları siyah, renkleri ters bu manzaranın, olup biten karşısında dilini yutan sokağın.