ŞEHİR TELLALI New York - Londra - Roma |
Roma’da seçim arifesinde yeni faşizmin üyesi gençleri temsil eden hareket, adını faşizmin şairi Ezra Pound’dan alan “Casa Pound,” ya da “Pound Evi”nde duvarlarda rengarenk kalemlerle çocukça yazılmış hareketin “tanrıları”nın adları:
“Julius Sezar, Evita (Peron), Mosley, Leni Reifenstahl, Wagner, Kerouac, St. Exupery...”
Diğer isimleri beş aşağı beş yukarı faşizm ile selamlaştıkları anlardan anlayabiliyorum da, St. Exupery de takılıyorum. “Ne sevimsiz yanılgı, ya da kötü bir yanıltmaca, çirkin bir yalan!” diye itiraz ediyor kalbim. Yeni faşist gençler, bir Nazi Alman topunun düşürdüğü, faşizme karşı savaşırken ölen, her şeyiyle anti-faşist bir savaşçı olan, Küçük Prens kitabını dağa gönderip ölümden, konsantrasyon kampından kurtardığı Yahudi dostu Leon Werth için yazan St. Exupery’nin kim olduğunu biliyor mu gerçekten! Onun bu semboller arasında ne işi var?
Birden, Anthony Burgess’in Otomatik Portakal romanın kahramanı Alex biçimleniyor gözümün önünde. Yönetmen Stanley Kubrick’in ona yakıştırdığı beyaz kostumü, takma kirpiği ile. Burgess’in romanına zemin olarak döşediği Beethoven’ın dokuzuncu senfonisi ile birlikte.
Alex’in müzik üzerine romandaki tiratlarında: Muhteşemlik, devlik, tanrısallık... gümüş şimşekler... insanın içini dışına çıkaran gök gürültüleri... bütün heyecanlardan çok daha yüce olan heyecanlar... kuş sesleri... cennet metalleri, uçuşan teller, uzay gemisi... yatağımı saran ipek kafes gibi bir keman solosu.. altın gümüş ışın kuşağı arasında mutluluğun zirvesinde uçuyordum kardeşlerim...” şeklindeki sözleri, tekniğe takılarak ruhunu, müzik sevgisini kaybedişi ve devletin ahlak dengesini yitirişini, müzik ruhu ve çok yönlü diliyle yazarın duyguya dönüştürdüğü satırlar.
Otomatik Portakal modern edebiyatta “devlet birey” çatışmasını yazarının içinde yaşadığı ortamdan yola çıkarak evrenselleştiren eserlerden biri.
“İnsanların beni beste yapan bir romancı değil de roman yazan bir besteci olarak bilmesini arzularım” sözleriyle tanınan Burgess, aslında sanat hayatına müzikle başlayan biri. Nitekim ilk romanını yazmadan önce iki senfoni, ve çok sayıda bestenin sahibi.
Roman yazmaya başladıktan sonra müziğe asla ara vermeyen Burgess’in çok sayıda senfonisi, konçertosu, opera ve müzikali, piyano, bale, film müziği, klasik olduğu kadar jazz besteleri mevcut.
Aslında müzikle hiç bir alakası yokken, günün birinde radyoda Fransız besteci Claude Debussy’nin “Bir Faun’un Öğleden Sonrası Üzerine Girizgah” adlı eserinde flüt konçertosunu duyar Burgess. O günden sonra Debussy’nin flütünde duyduğu, kelimelerin asla dile getiremediği “kıvrımlı, gizemli, cinsel” bir çekime kaptırır kendini ve besteci olmak ister. Ama ailesi bu işte para olmadığını söyleyerek oğlanın arzusunu teşvik etmezler. O zaman İngiliz edebiyatına devam eder Burgess. Tezini Marlowe’un Doktor Faustus’u üzerine yazar.
Zorunlu askerlik yıllarıdır 1940’lar. Otoriteye başkaldıran karakterine ve yeni aşık olduğu ilk eşi Lynne rağmen İngiliz Silahlı Kuvvetler’inde askerken, asker kaçağı dört Amerikalı serseri hamile eşinin evini soyar, eşini taciz eder, düşük yapmasına yol açarlar. Ordu bu koşullarda dahi Burgess’e eşini görme izni vermez.
Otomatik Portakal bu ortamın ürünü bir eser. Romanın kahramanı Alex’in Beethoven düşkünlüğü yazarı Burgess’in kendi Beethoven sevgisi. Burgess’in Beethoven değerlendirmesi kahramanı Alex’i açıklıyor: “çağımızın bestekarlarının başaramayacağı bir şeyi başarıyor Beethoven... senfonileri dram, fırtına ve stresi, kişisel mücadeleyi ve zaferi ifade ediyor. Bonnlu Mesih, modernleştirme mücadelesi veren bir dünyanın eseri... gençlik bir yığın klişeden başka bir şey bilmez, bilemez, bu klişeler medyada malı nasıl satacağını bilen orta yaşlı sömürücülerin bile bile popülerleştirdiği şeylerdir..”
Umarım, şimdi Roma sokaklarında büyük bir gururla kendilerine “faşist” diyen Casa Pound’un Alex’i hatırlatan entelektüel gençleri, adını kullanıp karalamaya yeltendikleri St Exupery’nin okurlarını saflarına kafalamayı başaramaz.