Şebnem Şenyener

06 Ocak 2019

Akropolis tepesinde

"Bir kaç kez Atina’ya gitmişliğime rağmen bu sefer bambaşka bir şehir ile tanıştı gözlerim"

           

           New York-Londra-Roma
           
ŞEHİR TELLALI

 


Geçen yılda benim seyahat listesi yine hayli kabarık. Seyir defterinde her zamanki normal mekik Londra, New York, Roma gidiş gelişlerin yanına artık düzenli olarak yerleşen Frankfurt ayrıca bu yıl listeye katılan Rodos, klasik İzmir, sonra seçim zamanında bir Çal/Denizli, yaz ortası bir Sakız ondan sonra artık kısmen yerleştiğimiz Sardinya ve de son anın süprizi Atina var. 

Bir kaç kez Atina’ya gitmişliğime rağmen bu sefer bambaşka bir şehir ile tanıştı gözlerim. Belki öğrenmeye başladığım, kaş göz yara yara konuştuğum Yunanca’nın etkisi. Ama en önemlisi annemin yanımda olması sayesinde, Akropolis’e birlikte çıktığımızda daha önce bu kadar belirgin hissetmediğim yepyeni duygularla tanışmanın etkisi. Annemin gülen yüzü, parlayan gözleri ve  “hayret, aynı Kadifekale’den İzmir körfezine bakıyorum sanki gençliğimdeki gibi” deyişiyle keyif dolu yoğun bir duygu bulutuna uzandı elim. Hani, çok nadir gördüğümüz ama içinde çok çok mutlu olduğumuz rüyalardan birindeydim, hayata asla nasip olmayan o duyguyu tadıyordum da gerçek mi değil mi gibi bir şüpheyle karışık hayret içindeydim ama hakikaten de o anı yaşıyorduk orada. Kendimize sanki o ana kadar izin vermediğimiz bir mutluluğu denizden gelen esintiyle birlikte derin derin dolduruyorduk ciğerlerimize.

Güneşin pırıl pırıl gümüş bir tepsi gibi parlattığı kıpırtısız uslu haliyle Ege’miydi bu derin mutluluğun sebebi?  Ya o duygular? Onları günün birinde tanımlayabilecek miyim? Bir yerlerden öğrenebilecek miyim isimlerini?

Bu seyahatten kısa bir süre sonra kütüphanede çalışırken psikanalizin babası Sigmund Freud’un ölümünden üç yıl önce yazdığı “Akropolis Üzerindeyken Bir Hafıza Rahatsızlığı” adlı mektubu geçti elime. Freud genç yaşında kardeşiyle birlikte yine süpriz bir seyahat sayesinde Akropolis’e çıktığında hissettiklerinin hayat boyu aklını kurcaladığını ve nihayet kırk yıl sonra bu mektubu yazarken o hislerini nasıl analiz edebildiğini kaleme almış. O mektupta bir de şimdi benim burada “o ana kadar bir türlü kendimize izin vermediğimiz bir mutluluk duygusu” diye ifade ettiğim duyguya da girmiş: “bir suçluluk duygusu vardı” diye altını çizmiş, “bu mutluluğu hak etmedim, hakkım değil benim, diye tercüme edilebilecek bir şey. …(Çocukluğumuzdan beri öğrendiğimiz, üzerine kitaplar okuduğumuz ve hep hayalini kurduğumuz o) Atina’yı görme mutluluğunun bize verildiğine inanamıyorduk bir türlü. … Akropolis’e çıktığımızda bu hayal gerçek olmuştu. “

Bu duyguyu daha keskin ifade edebilmek için Freud aynı mektupta, magribi İspanyonların İspanya’dan sürülmeleriyle ilgili olarak anlattıkları “Ay de mi Alhamra” adlı (kulağıma Ah deme Alhamra ‘da mı? gibi geliyor bu ifade) hikayeyi nakletmiş. Kral Boabdil ordusunun İspanyollara yenildiğini, Alhamra’nın düştüğünü anlayınca o kadar üzülür ki bu habere inanmamaya karar verir.  O hikayeyi “Doğru olması mümkün değil” diye anlatan şarkının sözleri: Alhamra’nın düştüğü haberini veren mektuplar ulaştı eline/ Attı onları tek tek ateşe ve haberciyi mahkum etti ölüme

Bu küçük hikaye ile “yeniden algılama” kavramını geliştiren Freud’a göre, “Kral iktidarı kaybedişi ile ilgili duygusuyla mücadele ederken hala kuvvetli olduğuna kendini inandırmak için haberciyi ölüme mahkum etmiştir.”

Gerçeği rüya olarak düşünmek, bu mutluluğa daha önce izin vermemek mekanizmasında muhtemelen benim Akropolis’teki hislerimi analiz etseydi Freud oedipal /ödip kompleksi ile bağlantılı bir yorum yazabilirdi.

Ama beni onun mektubunun bir sonraki bölümü çok daha fazla etkiledi: “Çocukken ‘o kadar uzağa’ seyahat etmek, günün birinde Atina’yı görmek benim gerçekliğimin çok ötesinde bir yerdeydi. Tabii o zamanki sınırların ve fakirlik içindeki hayatımızın da etkisiyle.  Seyahat etme arzum şüphesiz baskıdan kaçma isteğimin bir ifadesiydi, yetişkin yığınla çocuğu evden kaçmaya teşvik eden o kuvvet yani. Sonradan seyahatten alınan keyifte gençlikteki bu arzuların rol oynadığını da çok iyi anladım ki – bunların  kökeninde vatan, ve aile ile ilgili tatminsizlikler yatar. Denizi ilk kez bir görüp, Okyanusu da bir geçtikten sonra onca zaman sana çok ırak, asla ulaşılamayacak gibi gelen o şehirlere gidip, toprakları gezebildiğinde – insan kendini sanki asla mümkün olamayacak büyüklükte hayırları başaran bir kahraman gibi hisseder… Atina seyahatimizde o kadar yolu gitmiş olmanın verdiği tatminin yanı sıra tuhaf suçluluk duygusuyla karışık mutluluğu tattık: yanlış olan bir şey vardı, çok önceleri yasaklanmış olan. Bir çocuğun hani çocuklukta abartılı olarak değer verdiği babasını sonradan eksik olarak değerlendirmesi,  eleştirmesiyle ilgili bir şeydi…”

Belki ben de, aynı nedenlerle, anneannemin elişlerine gizlediği Yunanca harfleri okuyunca ne hissettiğim sorusunu orada “patriotizm’den kurtuluş” diye cevapladım.