Unutulmamalıdır ki, “Hukuk, öngördüğü hukuk kuralından daha büyük”tür. Bu yüzden “1912’de Léon Duguit, 1920’de Gaston Morin, aile, mülkiyet ve sözleşme olmak üzere üç temel kurumu düzenleyen Napoléon Code’undan [Fransız Medeni (Yurttaşlar) Yasası] bu yana özel hukuktaki değişikliklerin bu Yasa’ya karşı bir başkaldırma olduğunu belirte gelmişlerdir” (…) Zira “Hukuk dogmatiğinin temel ön doğrularından (postulat) biri, hiç kuşkusuz içinde hukuk kuralının batmaması, bir güneş gibi sürekli olmasıdır.” (Carbonnier, Jean, Flexible droit, Paris, 1988, s. 2, 51, 168, 179).
Bütün bunlara karşın kanımca uygulama açısından bütün hukuk dünyasında, özellikle de bizde yargılama süreci hukuku gerçeği, kuramı, bilimi, uygulama açılarından sorun olarak ilk sırada yer almaktadır.
Gerçekten Türk uygulamasında duruşma dosyası ile baş başa kalan yargıç, aslında olması gereken “duruşmadan, taraflarla, kanıtlarla bire bir yaşadığı, edindiği vicdani kanı”ya göre değil, sadece dosyadaki duygusuz, cansız yazıları okuyarak ulaştığı “sözde vicdani kanı”ya dayanarak karar vermektedir.
Yine soralım. Eğer böyle yapılacak idiyse neden duruşma yapılmış, onca zaman niçin yitirilmiştir? Çünkü yargıç(lar), hazırlık soruşturması tutanaklarını ya da dava dilekçelerini, bunlara verilen yanıtları okuyarak pekâlâ karar verebilirler, böylelikle hem zamandan kazanılmış olur, hem de insanlar yıllarca mahkemelerde sürünüp durmazlardı.
Nitekim yine bu satırların yazıldığı sırada, bilinçli hukukçuların yüzlerini kızartacak ve de herkesi çok düşündürecek bir başka haber daha veriliyordu.
Bilindiği gibi Sivas'ta, Madımak Oteli'nde “Sivas size mezar olacak!” çığlıklarıyla otuz beş aydınımız ve sanatçımız, ilkel, çağ dışı bir kafayla yakılmış ve bütün ülkemiz insanlarının ruhlarında onulmaz ve derin yaralar, izler bırakmıştı.
İşte, her yurttaşımızım, özellikle de hukukçuların yakından ilgilenip izledikleri bu 1993 tarihli “Sivas Kırımı” (Katliam) davası, Ankara Birinci Ağır Ceza Mahkemesince, artık cezalandırmakta toplumsal yarar görülmediği nedenine dayanılarak, hukukta çok ayrıklı bir kurum olan zamanaşımına uğramış ve düşürülmüştü (TCY, m. 66/1a).
Oysa bu dava, toplumun gözünde ve de hukuk açısından gerçekten çok, ama çok önemliydi. Çünkü bütün ülke bu davayı izliyor, sokaktaki her insan da, suçluların bir an önce cezalandırılmalarını ve adaletin yerine getirilmesini istiyordu. Zira herkesin gözü önünde aydınların yakılması, toplumun belleğinde yakıcı, yıkıcı etkiler yapmış, izler bırakmıştı. Zamanaşımı elbette hukuksal bir kurum ve gerçekti. Ancak aynı zamanda çok ayrıklı bir kurum ve gerçekti de. Ona sık sık başvurulamazdı. Hele ülke çapında böylesine önemli bir davada zamanaşımı nedeniyle davanın düşürülmesini toplumun içine sindirmesi, hiç kuşkusuz çok ama çok güçtü ve adalet adına çok yüz kızartıcı bir durumdu.
Nitekim bu suç, 1 Haziran 2005 tarihinden sonra işlenseydi, “insanlığa karşı suçlar” arasında ele alınacak ve asla zamanaşımına uğramayacaktı (TCY, m. 1/a, b ve 4).
Bu yüzden yıllarca Başbakan Adnan Menderes ve iki bakana ölüm cezası veren Yassıada Mahkemesi'nin, 17 yaşındaki Erdal Eren’i yine ölüm cezasıyla cezalandıran Ağır Ceza Mahkemesi'nin kararlarını ve bu cezaların yerine getirilmesini, aynı toplumsal bellek hiçbir zaman unutmamıştı, unutamıyordu, insanlarımız da hâlâ dizlerini dövüyorlardı.
İşte sizlere yeni bir örnek daha: 2 Ekim 1993'te köydeki evleri yakılınca Nasır Öğüt, küçük çocuklarını camdan dışarı çıkarıp kurtarmaya çalışmış ancak askerler buna izin vermemiş, en küçüğü iki, en büyüğü on dört yaşında yedi çocuk, hamile bir kadın ve çocukların babası, kısaca aileden dokuz kişi, Muş'un Korkut ilçesine bağlı Vartinis köyünde ölmüştü. Çocukların ablası, o sırada on altısında olan Aysel Öğüt’tü. Açılan dava ve verilen karar üzerine dosyayı inceleyen Yargıtay, kararı bozmuş, ancak aralık ayının ikinci haftasında Kırıkkale Birinci Ağır Ceza Mahkemesi, zamanaşımı nedeniyle bu davayı düşürmüştü. (Basın, 12.12.2023).
Bütün bunlar ortada iken, hukuk açısından yerinde olsa bile, mahkemenin bu düşme kararını toplum hiç içine sindirebilir, bağışlayabilir mi? Her şeyden önce yere göğe koyamadığımız bu devlet, otuz yıl içinde suçluları neden yakalayamamıştır? Bu suçlular, sokaklarda o suçlarıyla birlikte bugüne değin nasıl dolaşmışlardı ve şimdi hangi yüzle dolaşacaklardı? Özellikle de bunları hangi toplum sindirebilir, hangi hukuk haklı gösterebilirdi? Hukuk ve Devletin yargılama erki, gelecek kuşaklara bu türden bir kararın yerindeliğini ve doğruluğunu nasıl anlatabilirdi?
Her şey bir yana yaşanan böyle bir toplu kıyım, yaşanmamış, yok sayılabilir mi?
Bu konuda en önemli soru da kuşkusuz şudur: Bu davada yargılama, neden ortalama insan yaşamının neredeyse yarısı kadar, otuz yıl sürmüştür?
Sürmüştü.
Çünkü benim ülkemde vicdani kanı, açık ve ilkelerine göre yapılan duruşmada elde edinilen ve ortaya çıkan izlenimlere göre değil, yargıçlar sık sık değişse, hatta Sivas Kırımı ve Nasır Öğüt vb. davalarında olduğu gibi zamanaşımına uğrayacak ve suça bakan ilk yargıçlarını emekli edecek biçimde sürse bile, dosyadaki bilgi ve tutanaklara göre oluşturuluyor; bu kanı, bütün dünya hukukuna inat, yargıçtan yargıca aktarılabiliyordu!?.
Çünkü bu ülkede asıl olan, bilim değil, uygulamaydı ve de “bilim başka, uygulama başka”ydı.
Dolayısıyla bilim, asıl olan uygulamaya asla yol gösteremiyordu, bu koşullarda da yol göstermesi elbette olanaksızdı.
Peki, nedir bu “vicdani kanı” dediği hukukun?
Geliniz, bu soruna bir daha eğilelim ve bunu ünlü bir benzetmeyle açıklayalım.
Her yargıç, yargılama etkinliğini, ilkelerine göre yaptığı tek oturumlu duruşma ve ulaştığı besbellilik noktasına göre bir kararla sonuçlandırmak zorundadır. Bu besbellilik ise, belli bir dereceye, noktaya, olasılık da yine belli bir dereceye, noktaya ulaşınca duruşmada kuşku birlikte yenilmiş ve birlikte bir kanıya (kanaat, conviction, convinzione) ulaşılmış demektir.
Vicdanı kanının anlamı, işte budur.
Özellikle Batı kökenli dillerde bir sözcüğün başına “con, com, co, cor, col” önekleri geldiği zaman (sözgelimi, collection, conférer, coefficient, condisciple, compatriote ve conviction) “birliktelik” anlatılır, anlatılmaktadır. Bu ön ekin Latincesi ise “cum”dur. (Grevisse, Maurice Le bon usage, grammaire française, Paris, 1969, s. 101). Dolayısıyla “conviction” sözcüğünün eylem biçimi, “birlikte yenmek,” birlikte yenerek inandırmak anlamına gelen “convaincre,” Latincesi ise “convincere”dir. (Robert, Dictionnaire alphabétique / analogique de la langue française, Paris, 1973, s. 347).
İşte bu yüzden Foschini, yaşanan bu olayı, cildin duyarlılığını ölçmek için Weber’in kullandığı iki ucu sivri olan bir pergele benzetmiştir. Bu olay ise kısaca şudur: Weber Pergelinin iki ucu yeterince aralıklı iken iki batış duyulduğu halde, uçlar birbirine yaklaştığı, ancak birleşmediği halde, belli bir aralığa inildiği zaman artık tek bir batış duyulmaya başlar. Yaşanan bu olayın bilimsel alandaki, yani ruhbilimdeki adı ise, “iki nokta eşiği”dir (İn. twopoint threshold, F. seuil en deux points, İ. soglia a due punti) ve tanımı da şudur: “İki sivri ucun, belirli bir deri bölgesine dokundurulduğu zaman iki ayrı basınç olarak algılanabilmesi için aralarında bulunması gereken en küçük açı, aralık.” (Enç, Mithat, Ruhbilim Terimleri Sözlüğü, Ankara, 1974, s. 94, n. 1018).
İşte vicdani kanı, bu iki ucun birleşmediği, ancak Ozan Karakoç’un deyişiyle “lambada titreyen alevin üşüdüğü” o nazik anda ulaşılan “yargı”dır (hüküm). Bu yüzden Foschini’ye göre, “kuşkudan sanık yararlanır” ilkesi, yargılamada asla vazgeçilemez bir güvencedir. Bu ilkenin ışığında bir yargıcın kuşkusunu yüzde yüz yenerek besbellilik yargısına ulaşması ise, gerçekten her zaman tersi de olası bulunan kişisel bir görüş olmanın ötesine hiçbir zaman geçmemiştir, geçemeyecektir de.
Aynı doğrultuda Carnelutti de, Platon’un ünlü mağara benzetmesi gibi, karar anında yargıcı mağaraya girmiş, sırtını kapıya vermiş bir insana benzetmiştir.
Dolayısıyla suç yargılama süreci hukukunda, hatta hukuk yargılama süreci hukuku çerçevesi içinde bir boşanma davasında verilen her karar, olası bir adli yanılgıyı her zaman içinde taşımaktadır. Bu yüzden her kararda yargıç, Borges’in çok sevdiği Çinli düşünür “Zuang Zi’nin Düşü”nü anımsamalıdır. Bilindiği üzere, düşünür, düşünde bir kelebek olduğunu görmüştür. Ancak uyandığında, düşünde kendisini bir kelebek olarak gören bir insan mı, yoksa düşünde kendisini bir insan olarak gören bir kelebek mi olduğunu bir türlü bilememiştir.
KALDIM Tam bu noktada bir ayraç açarak geleceğin hukukçularına, özellikle de yargıçlara, bir anımı anlatmak isterim.
İlçe kaymakamı, telefonla aramış, ağır ceza mahkemesi başkanlığından emekli kayınbabasının beni ziyaret edeceğini bildirmiş, az sonra da apak saçlı emekli başkan, saygıyla odama girmiş ve hemen yargıç ve savcılık mesleğinin önemini, güçlüğünü ve ağır sorumluluğunu anlatmaya başlamıştı. Görevini yaparken tasarlayarak insan öldürme suçundan birini, mahkeme olarak oybirliğiyle ölüm cezasına çarptırdıklarını, Yargıtayın onamasından, TBMM’den geçtikten ve cezanın yerine getirilmesinden sonra bir gün, yolda birinin ellerine sarılarak kendisine “Yaşamımı size borçluyum” diyerek teşekkür ettiğini, nedenini sorunca da “O adamı, sizin astığınız adam değil, ben öldürmüştüm” dediğini, o günden sonra da kendisinin doğru dürüst hiç uyuyamadığını anlatmaya ve ağlamaya başlamıştı.
Çok üzülmüş, ne diyeceğimi, o emekli başkanı nasıl teselli edeceğimi bir türlü bilememiştim.
Ve o başkan, birkaç ay sonra da ölmüştü.
Ben ise, ömrüm boyunca, ne bu anıyı, ne de elbette o merhum başkanı hiç, ama hiç unutamamış, belleğimden hiç silememişimdir.
Evet, bugün, ilkelerine uymaksızın duruşma yapan ve / ya görevleri sorumluluk bilincini eğiterek geliştirmek için hapis cezalarının yerine getirilmesini (infaz) üstlenen hukukçulara iki filmi kesinlikle birkaç kez izlemelerini, yaşadıkları her olayda sık sık anımsamalarını salık vereceğim.
Bunlardan birincisi, Sidney Lumet'in yönettiği, Henry Fonda’nın başrolü oynadığı, “vicdani kanı” yargısının ne denli duyarlı ve önemli olduğunu anlatan 1957 ABD yapımı “On İki Öfkeli Adam” filmidir.
İkincisi ise, senaryosunu Frank Darabont'un yazıp yönettiği, başrollerini Tim Robbins ve Morgan Freeman'ın oynadığı 1994 yapımı “Tutsaklığın Karşılığı” (Esaretin Bedeli, The Shawshank Redemption) filmidir. Bu filmde başarılı ve çok zeki bir bankacı olan Andy Dufresne (Tim Robbins), aslında suçsuzdur. Buna karşın, eşini öldürdüğü gerekçesiyle hüküm giymiş, Shawshank Devlet Cezaevi'nde yatarken rüşvetçi müdürün güvenini kazanmış ve de cezaevinden kaçmayı başarmış bir hükümlüdür. Onun yakın dostu Redding ise, otuz yıl sonra işlediği suçtan pişmanlık duyup duymadığını soran infaz yargıcına “Onu bilmiyorum. Şu anda bildiğim tek şey, şudur: Karşınızda duran, yaşlı biridir” diyerek çok anlamlı ve düşündürücü bir yanıt veren hükümlü Redding’dir (Morgan Freeman).
Evet, adli yanılgıdan söz edildiği zaman birçok dış etkenin en titiz, en dikkatli ve de çok bilgili yargıçları bile yanılttığı gerçeği hiçbir zaman unutulmamalıdır. Sözgelimi, Fransızların yenilgisiyle ve Alsace-Lorraine’in Almanya’ya geçmesiyle sonuçlanan 1870 Sedan savaşı, çoğu Fransızları, özellikle de dönemin en ünlü yazı uzmanı ve bilim adamı Bertillon’u “Bu bordro, Dreyfus’ün eli ürünüdür” dedirtecek –ki, aynı Bertillon, asıl suçlu olan Esterhazy’nin iki mektubu ile ünlü bordroyu gördüğü zaman “Evet, bu Esterhazy’nin yazısı!” diye bağıracaktır- Fransız yargıçlarını bile yansızlıktan uzaklaştırarak körleştirecek derecede Alman düşmanı, dolayısıyla önyargılı yapmış ve Dreyfus’ün hüküm giymesine, böylece dünyaca ünlü bir adli yanılgıya nasıl yol açmışsa; ülkemizde de inanç özgürlüğünün değil, salt gericiliğin simgesi sayılan başörtüsü ve buna ilişkin Anayasa Mahkemesi'nin verdiği yasak kararı da, inanç özgürlüğü bilincine ters düşen, ideolojik laiklik aldatmacası ve peçesiyle gizlenmeye çalışılan ve de yargılamada yansızlık ilkesini ayaklar altına alan, önyargıya dayanan çok çarpıcı bir adli yanılgıdır. Gerçekten bu karar, dayandığı gerekçe, hem hukuk dışı, hem de sergilediği düşünce açısından çağ dışıdır. Üstelik “öteki”ni ötekileştirmemenin formülünü “Öteki, kaşını, gözünü dahi fark etmediğimiz, belki kim olduğunu, ne olduğunu dahi bilmediğimiz biri”dir diyerek tanımlayan ünlü düşünür Levinas’ın (1906-1995) ünlü felsefi çıkışanı da çok aykırıdır.
Yine Fransa’da kocasını zehirleyerek öldürdüğü için yargılanarak hüküm giyen ve ölüm cezası yerine getirilen bir kadından sonra tıp bilimi, her insan vücudunda aslında o oranda zehrin bulunduğunu belirlemiştir.
Özetle yargılama sırasında tanıkların, basının, halk oyunun, bilirkişilerin vb. daha pek çok etkenin yargıçları yanış yargılara yönlendirdikleri artık herkesçe bilinmektedir. Nitekim yine Fransa’da yapılan araştırmalar, mahkemelerin her dört karardan birinde yanılma olasılıklarının bulunduğunu ortaya koymuştur. Dolayısıyla yargıçların az da olsa kuşkulandıkları zaman, bir suçsuzu cezalandırmaktansa yüz suçluyu aklamanın daha iyi olacağını, bu konuda kendi vicdanlarından başka hiç kimseye hesap vermek durumunda olmayacaklarını düşünerek karar vermeleri gerektiği belirtilmiştir (Ayrıntılı bilgi için bkz. Floriot, René, Les erreurs judiciaires, Paris, 1968).
Demek, yargılama erkini, gücünü kullanan her yargıç, özellikle de her ceza yargıcı, yargısal yanılgı olasılığının yanı sıra ceza yaptırımı olarak özgürlüğü bağlayıcı cezanın da kaçınılamaz olarak insanın yarattığı güce, erke dayanılarak dış dünyaya yansıtılan acılarla, kötülüklerle yüklü olduğunu, ne denirse densin, her zaman ister istemez ilkel niteliğini sergileyen o bilinen “misilleme yasası”nı (lex talionis) çağrıştırdığını, dokuz kez düşünerek karar vermeli ve hukukun suç yargılama yasalarında yargısal yanılgıları önleyecek bir kuruma, yani “yargılamanın yenilenmesi” kurumuna yer vermesinin nedenlerini asla unutmamalıdır.
Bu açıdan aşağıda değinilecek olan Petersburg İstinaf Mahkemesi Başkanı'nın sözleri, biz Türk hukukçular için önemli bir ders ve uyarıdır.
Bütün bunları, yukardaki ilçede beni makamlarına çağıran meslektaşlarıma söylemeyi çok isterdim. Ama olmadı. Çünkü hiçbir meslektaşımın merak edip de o dönemde yargılamayı, özellikle de duruşmayı nasıl yaptığımızı hiç sormadı.
Bu durumu anımsadıkça çok üzülmüşümdür.
O günden beri kendime şu soruyu sürekli sormuşumdur: “Acaba bu bir duyarsızlık mıydı yoksa mesleksel bir kanıksama mıydı?”
Kuşkusuz iki tanının (teşhis) da sonuçları aynıydı. Zira bilimsel merak, araştırma ve bunların sonuçları üzerinde düşünme, benim ülkemde hiç yaşanmamıştı, bugün de yaşanmıyordu. Gerçekten benim insanlarım arasında o gün bugündür, Cicero’nun “Felsefeyi gökyüzünden yeryüzüne indiren ve yaşamıyla düşüncelerinin doğruluğunu kanıtlayan adam” dediği bir Sokrates ya da daha sonraları bir Descartes ortaya çıkmamıştı. Nitekim şimdilerde de yok. Var olan tek şey, kendinden öncekiler ne yaptıysalar, onlara özenmek ve öykünmekti (taklit).
Belki de, “Var olmayı, bilmeyi, yapmayı, yaşamayı öğretmesi” (Giddens, Anthony / Blair, Tony, La ) troisème voie, Paris, 2001, Préface de Jacques Delors, s.14) gereken, ancak bunların hepsinde sürgit tökezleyen eğitim ve öğretim sistemi buna izin vermiyordur, kim bilir?
Konu, biz hukukçuları değil, sanırım daha çok eğitimcileri ve öğretimi ilgilendirmektedir.
Ancak bu konuda hukuk biliminin tanısı, açık ve çok da acıdır: Almanya kaynaklı yargılama hukuku ve onun ürünü olan yargılama etkinliği benim ülkemde hastalanmış; hak arama yolu olmaktan çoktan çıkmıştır.
Yargılamanın en önemli aşaması olan duruşma ise, salt hukuk, silme hukuk olmaktan çoktan çıkmıştır.
Öyleyse bu hastalığın virüsünü bulmak, onu yok etmek gerekmez mi?
İşte uzun meslek yaşamım boyunca düşündüğüm bu sorunun yanıtını, yani hastalığa tanı (teşhis) koyma konusunda, yine stajım sırasında yaşadığım aşağıdaki olay, bana yardımcı olmuştur.
Özetle hukuka, hukukunu aldığımız bütün ülkelerdeki hukukun değişmez uygulamalarına göre, olmazsa olmaz bütün ilkelerine uyularak yapılan ve kural olarak TARAFLAR VE KANITLARLA DOĞRUDAN BİREBİR İLİŞKİ KURMA ANA İLKESİ uyarınca TEK OTURUMDA bitirilmesi gereken duruşmalarda yaşanan zaman, asla parçalanamaz; kanıtlar ve olgular, tutanaklarla başka yargıçlara asla aktarılamaz, ciro edilemez. Buna karşılık benim ülkemde oturumlardan oturumlara, yargıçlardan yargıçlara tutanaklarla, yani bütün dünyaya inat, terlemeyen, yüzleri kızarmayan yazılarla, çizgilerle aktarılan, ancak hukukun gözünde “kesin geçersizlik” (mutlak butlan) yaptırımıyla sakat dava duruşmalarının ne zaman başlayıp ne zaman biteceği, yirmi birinci yüzyılda bile belirsizdir. Bu nedenlerle de taraflar için de elbette sonucu belirsizdir, çoğu zaman da umutsuzdur.
Araştırınız. Göreceksinizdir ki bu belirsizlik ve umutsuzluk yüzünden nice hak sahipleri, anayasal boyuttaki “hak arama özgürlüğü”nden (Anayasa, m. 36), her türden davayı, özellikle de hukuk davasını açmaktan vazgeçmektedirler.
Ve yine bu belirsizlik yüzünden Ayşe teyzelerin “Seni mahkemeye verir, sürüm sürüm süründürürüm” diye dişlerini gıcırdatarak dile getirdikleri ilençlerin, ağıtların nedenini somut olarak yaşamış, anlamı ve çözümleri üzerinde yıllarca kafa yormuş, yargılamada yaşanan çilelere sık sık tanık olmuşumdur. Bu konuda, sadece “Gene tehir etme üç ay öteye / Bu dava dedemden kaldı hâkim beğ / Otuz yıl da babam düştü ardına / Siz sağ olun, o da öldü hâkim beğ” diye yakınıp inleyen, uygulamada yaşanan açmazların getirdiği yükün halka yansıyan acılarını dile getiren A. Karakoç’un ve “Kırar kalemini sayın yargıç / Darağacı olur imzası / Gömleği sırtını eskitir / Göğsünü eskitir madalyası / Güzel bir suç / En çirkin cezayı eskitir” diyen A. Yüce’nin çığlıklarını anımsatmak isterim.
Özetle benim ülkemde yaşanan ve, Bertolt Brecht’in dediği gibi, “Dura dura bayatlayan adalet,” beni her zaman çok düşündürmüş ve de çok üzmüştür.
1975’te Aix-en-Provence’ta, Fransa’nın ikinci büyük istinaf (ve de ilk) mahkemesinde staj yapıyordum. O güne bırakılan en çok üç, beş hukuk ya da ceza davaları; jürinin de katıldığı Cinayet Mahkemesindeki (jürili Ağır Ceza Mahkemesi) yağma suçuyla ilgili tek dava aynı gün sonuçlandırılmıştı.
1993’te Almanya’da, Freiburg’da izlediğim bütün duruşmalarda da durum aynıydı.
2000’de Petersburg’da akşam yemeğinde bizi ağırlayan istinaf mahkemesi başkanına, ne söyleyeceğini kolaylıkla kestirmeme karşın, yanımda gezime katılan meslektaşım da duysun, başkalarına da anlatsın diye, sormuştum:
-Duruşma yargıcı, duruşma sırasında karar vermeden hastalanırsa ya da ölürse ne yaparsınız?
-Elbette yeni bir yargıçla yeni baştan duruşma yapılır ve karar verilir.
-Peki, böyle bir durum hiç yaşandı mı ülkenizde?
-Evet. Bir hukuk mahkemesi yargıcı, duruşma yaptığı gün, baktığı üç davada da karar vermiş, ancak bu kararları yazamadan ölmüştü.
-Peki, bu durumda ne yaptınız?
-Elbette yeni bir yargıçla yeni baştan duruşmalar yapıldı, yeni kararlar verildi, demiş, sonra da “Sizler de böyle yapmıyor musunuz?” der gibi yüzüme bakmıştı.
“Eski tutanaklar okundu” türünden yasa dışı, kendini aldatan, yalnızca gözleri ve kulakları değil, insan aklını da ve mantığını da dışlayan yöntem saptırmalarıyla, hile-i şeriyelerle kararlar verildiğini, yargıçlarımızın (vicdani) kanıyı tutanaklarla birbirlerine ciro ettiklerini ve hatta son yıllarda, yani 24.11.2016 tarihinden bu yana, duruşma yargıcının ölümü üzerine, yeni yargıçların “tefhim edilen (açıklanan) hükme uygun olarak gerekçeli kararı bizzat yazdıklarını” toplu mahkemelerde ise, “öbür yargıçların durumu açıklayıp kararı imzalayacaklarını” (m. 232/5, 24.11.2016, 6763 sayılı Yasa, m. 31) söyleseydim kim bilir neler düşünürdü, neler derdi o başkan?
Geliniz, neler düşüneceklerini, diyeceklerini onlara bırakmayıp hep birlikte düşünelim, açıkça da itiraf edelim: “Türkler adına yasa çıkaranlar da, Türk yargıçları da, yargılama ve duruşma kavramlarını doğru anlamadıkları için doğru uygulamamaktadırlar!?”
Bu sonuç, acı ve utandırıcıdır elbette, ancak ne yazık ki, çok da doğrudur!
Özetle biz Türk hukukçuları, özellikle de yargıçları, evcilik oynar gibi, hiç okunmadığı, okunsa bile geçersiz olduğu halde “eski tutanaklar okundu” safsatalarıyla dürüstlüğü ve saydamlığı bile örseleyerek, körleştirmeyi kışkırtarak, en önemlisi de, kendimizi bile aldatarak, duruşmaları yasalara göre yaptığımızı, bu sayede duruşmanın olmazsa olmaz ilkelerini yerine getirdiğimizi, hatta aştığımızı sanıp kendimizi aldatıp avutmakta, bu bilgisizliğimizi ve bilinçsizliğimizi de el âleme, hatta bütün dünya hukuk kamuoyuna bile yargılama ve yasama erkleri olarak yüzümüz kızarmadan duyurup durmaktayız.
Nitekim bu konuda öylesine körleşmişizdir ki ünü dünya çapında olan Ağca davası –ki bu davada soruşturma evresinden başlanarak sanık Ağca 128 kez dinlenmiştir- duruşmasının üç gün gibi kısa sürede bitirilmesi yüzünden sözlü ve yazılı basınımız, kıyameti koparmış, bütün dünya hukuk kamuoyuna bu çarpık yargılama ve duruşma anlayışımızı, Durkheim’in ünlü “bilinçli bilgisizlik” (ignorance consciente) kuralını bile ters yüz ederek deyiş yerindeyse “bilinçsiz bilgisizlik”le (ignorance inconsciente) savunmuş; yineleme pahasına Hayâlî’nin “O mâhîler ki, deryâ içredür deryâyı bilmezler” diyen uyarısını bile, her zamanki aymazlığımızla yine dinlememiştik.
Devamı pazartesi...
Prof. Dr. Sami SELÇUK
(Eski Yargıtay Birinci Başkanı)
(Eski İ. D. Bilkent Ü. Hukuk Fakültesi öğretim üyesi)