Sami Selçuk

16 Ağustos 2024

Hukukun gözünde “kesinlikle geçersiz duruşma”ların insanlarımıza yaşattığı çileler -II

Adaleti sağlayacak kurumların devre dışı kaldığı durumlarda, kendi adaletini sağlamaya soyunan iyi insanların kötü insanlarla savaşımı ekseninde ilerleyen bildik bir öykü sürekli yaşanacak demektir

Yıl, 1962 ve stajın son günlerinde bir itiraf.

Keşif yerindeydik. Bilirkişiler, uyuşmazlık konusu tarlayı ölçüyorlardı. Yargıç ya da savcı adayı olarak benim de katılacağım kura çekimine sayılı günler kalmıştı.

İlin en başarılı ve en güvenilir yargıçlarından, daha sonraları Yargıtay üyesi de olan merhum asliye hukuk yargıcı, staj sonrası atanacağımı anımsatarak sormuştu:

“Yargıç mı olmak istiyorsun, savcı mı?”

“Hangisi olursa,” diye yanıt vermiştim.

Alındı.

“Ne o, bu mesleği beğenmedin mi?” diye sorması üzerine şunları söylemiştim:

-Bazı işlemleri anlamakta zorlanıyorum, çok da yadırgıyorum. Duruşmanın ilk oturumunda tarafları ve vekillerini çağırıyorsunuz. Onlar hiç konuşmuyorlar. Siz, onların yerine yazmanınıza (kâtip) tarafların geldiklerini, dava ve yanıt dilekçelerini yinelediklerini tutanağa geçirtiyor, daha sonraki oturumlarda neler yapılacağını tutanağa geçirterek yeni bir duruşma günü belirliyorsunuz, o kadar. Duruşmayı başlatmak için böyle bir oturuma ve de işleme gerek var mı?

Uzunca bir süre yüzüme baktıktan sonra yargıç:

Bilmem,” demişti, “Hiç düşünmedim. Ağabeylerimizden böyle gördük. Biz de onlar gibi yapıyoruz.”

Öyle ya. Hazır ağabeyler gibi örnekler, önceller (selef) varken hocalarımızın ya da başkalarının bilimsel yapıtlarına başvurup, onca sayfayı okuyup karıştırmaya ne gerek vardı!?

Kuşkusuz aslında bu sözler, çok şeyi, her şeyden önce de hukuka nasıl yanlış bir yöntemle yaklaşıldığını, ülkemin hukukunun hangi düzeyde çok iyi anlatıyordu.

Demek, “Yaşamda biricik doğruyu gösteren bilim,” benim ülkemden yılardan beri kovulmuş, onun yerini çoğu kez bilimden, kültürden koparak uygulamalar yapan ablalar, ağabeyler gibi, sözüm ona yanılamaz “yol göstericiler” almışlardı!?

Nasıl bir anlayış, ne biçim bir öykünme (taklit), ne saçma bir yaklaşımdı, bu!?

Böyle bir anlayış, yaklaşım, acaba benim ülkemden başka bir ülkede var mıydı!?

Elbette yoktu, olamazdı da.

Şaşkınlık içindeydim.

Aman Tanrım,” diyordum, “Ben, Aydınlanma yüzyılını iki yüz yıl geride bırakmış bir çağda mı, yoksa hâlâ Orta Çağ’da mı yaşıyorum!?

Zira yirminci yüzyılda bile gerçeği, doğruyu ve geleceği görünüşte ve geçmişte arayan zahiri ve selefi bilginlerin anlayışını çağrıştıran bir yaklaşımla karşı karşıyaydım. Bilindiği üzere bu yaklaşım ve anlayıştaki İslam bilginleri, akla ve deneye dayalı bilimleri, kutsadıkları sünnet ve âsar (eserler) için tehdit olarak algılayıp dışlamışlardı. Bunun en çarpıcı örneği, 1171’de ölen hadis bilgini Kıvâmü’s Sünne et-Teymî’nin şu sözleriydi:

Bir insanın… felsefeyi, geometriyi ve bu alanlarla uğraşanların yazdıkları kitapları övdüğünü görürsen, bil ki o adam bir sapkındır” (elHucce, Riyad 1999, II, 539540, ileten: Çağırıcı, Mustafa, Kültürümüzde Akıl ve Bilim Karşıtlığı, Karar, 23.11.2022)

İşte bu yüzden, zahiri ve selefileri anımsatan ve daha önce de bir yerlerde okuduğum bu Orta Çağ yanıtını ömrüm boyunca hiç, ama hiç unutmadım, unutamadım ve bu yaklaşımla, anlayışla da yine ömrüm boyunca sürekli çarpışıp durdum.

Türk insanının, Türk hukukçusunun, aslında orta ve yükseköğretimden geçmiş bütün Türk aydınlarının sorunu, hastalığın virüsü işte buydu: Bir Sokrates, Descartes, Durkheim, Husserl, Enstein’ın zekâsıyla her insanın vazgeçemeyeceği “Bu yapılanlar, işlemler doğru mu?” sorusunu sormaksızın, bilgisinden, bildiğinden kuşkulanmaksızın yaşananları sorgulamaksızın kendisinden öncekilere öykünmek, onları taklit etmek; bir kavramlar denizi olan hukuk dilini, bu arada özlü dille “tartışma” (görüşme, görüşleri sergileme), hadisin anlatımıyla “akılların birbirlerine danışması,”  Kur’an’ın diliyle “istişare, müşavere, şûra” (Şûrâ, 3639, Bakara, 233; Âli İmrân, 159; A’râf, 107,114; Neml, 29, 34),” halk ozanlarının diliyle “atışma” demek olan “duruşma” sözcüğünü ve de kavramını, hiç mi hiç anlayamamak, bilememek!?

Taşrada mesleğimi yürütürken ve bir anı,

Yıl 1970...

Geçici yetkiyle on gün için çok şirin ve küçük bir ilçede görevlendirilmiştim. Hükümet binasındaki savcılık odasına geçer geçmez, yargıç olduğunu söyleyen orta yaşlı meslektaşım, içeri girerek, suçüstü hükümlerine göre açılan bir davanın az sonra duruşmasının yapılacağını söylemişti. 

Bunun üzerine dava dosyasını yargıcımızın yanında hemen incelemiştim.

Duruşma tutanağı bir buçuk sayfaydı. İlk oturumda davacı, sanık ve bir de tanık dinlenmiş, üçü de yaralama, sövme ve sarhoşluk eylemlerinin gerçekleştiğini doğrulamış; ikinci oturumda ise, hiçbir işlem yapılmamış ve de inandırıcı hiçbir gerekçe de gösterilmeksizin tarafların geldiği belirtilerek “bir karar verilmek üzere” dava, üçüncü oturuma ertelenmişti.

Bu yadırganası durum ve saçma gerekçe, deneyimlerime göre, aslında benim ülkemde çok olağandı; sık sık da yaşanırdı. 

İşte buna göre de, o üçüncü oturum az sonra yapılacaktı. Zira sanık da, savunmanı avukatı da gelmişlerdi. 

-Her şeyin açık olduğuna, incelenecek bir nokta kalmadığına ve suçların ne olduğunun da belli bulunduğuna göre, ilk oturumda karara bağlanması gerekirken davanın neden üçüncü oturuma kaldığını merak ettiğimi belirterek, o sırada odaya giren “Savcı meslektaşım, acaba bir başka görüşte mi?” diye sormuştum.

Bu sorum üzerine yargıç, “susunuz!” der gibi bir işaret yapmış; savcı ise “Ben kimseyi etkilemek istemem, görüşümü de söylemem” demişti.

Her şey açık ve belli olduğu için elbette çok şaşırmıştım.

Mahkeme yargıcının sanığın savunmanı olan avukatın beklediğini söylemesi üzerine salona geçilip duruşma hemen yapılmış ve gereken karar da verilmiş, duruşma salonunda yargıçla baş başa kalmıştık.

İlçe yargıcı, Asliye Ceza Mahkemesinde 33 dava bulunduğunu, ancak savcının hiç görüş bildirmemesi yüzünden hiçbir davada karar veremediklerini, bu yüzden davaların biriktiğini söylemişti.

Bu kez daha çok şaşırmıştım.

Odama girdiğimde ise, masamda oturan birini görmüştüm.

Gelen, adliye müfettişiydi.

Müfettiş, “İstanbul’a kalkan bir gemi varmış, ailemi görmek için hemen gidiyorum” demiş ve ayrılmıştı.

O ayrıldıktan sonra da savcılık yazmanını çağırmıştım.

Orta yaşlarında bir bayandı.

Hazırlık soruşturması dosyalarını sordum. Dosyaların bulunduğu çekmeceleri gösterdi.

Polis ve jandarmadan gelen 147 dosya incelenmek üzere bekliyordu.   

Cezaevinde ise hiç kimse yoktu. İyi ki yoktu.

İncelediğim hazırlık dosyalarını bitirdikçe, iddianamelerin ve kovuşturmaya yer olmadığı kararlarının nasıl yazılacağına ilişkin yanımda her zaman getirdiğim örnekleri yazman hanıma vermiş, kalacağım sürenin kısa olduğunu belirterek, çok sıkı, gerekirse evinde de çalışarak bütün işlemleri bitirmesini söylemiştim.

Önceleri ağlayıp sızlamasına karşın çok iyi çalışmış, kısa sürede bütün işleri bitirmişti, o yazman hanım.

Ancak durum, hiç iç açıcı değildi. Özellikle kabahat suçlarının hemen hepsi zamanaşımına uğramıştı.

Bu arada bütün asliye cezalık dava dosyalarını da elbette incelemiş, yargıç meslektaşımla, ilçede en çok on gün kalacağım için, yakın bir duruşma günü belirlemiş, ilçe Jandarma komutanı ile Emniyet amirini çağırarak istenilen günde gelmeleri gereken taraf ve tanıkların adlarını içeren listeyi kendilerine vermiştim.

O gün çağırılanların ancak yarısı gelmiş ve 17 davada karar verilmişti.

Hazırlık dosyaları da on gün içinde bitirilmişti.

Yeri gelmişken yargılamanın duruşma evresinde yaşanmış ve benim de çok sık yaşadığım pek çoğu bilinçsizliğe, ender olarak da bilinçliliğe dayanan bazı örnekleri daha vermek yerinde olacaktır.

Yılların ağır ceza mahkemesi başkanı, bütün çalımıyla ülkemize gelen Alman meslektaşına nasıl bir ders verdiğini anlatıyordu.

Almanya’da yargılanan bir suçun tanığı Türkiye’deydi ve dinlenmesi gerekiyordu. Bu nedenle davaya bakan Alman Mahkemesinin üyelerinden bir yargıç, anlaşılan hukuk diliyle “naip yargıç,” tanığın dinlendiği oturuma, kanıtlarla doğrudan iletişim kurma ilkesi gereğince zorunlu olarak katılmak ve izlenimlerini ülkesindeki kendi mahkemesinin yargıçlarına aktarmak üzere Türkiye’ye gelmişti.

İşte o tanık dinlenirken naip yargıç, notlarına bakarak tanığa doğrudan sorular sormak için söz istemiş, bizim babayiğit Türkçü başkanımız(!) ise, bu yasal, mantıklı ve haklı isteği aşağıdaki gerekçeyle reddetmişti:

-Burası Türk mahkemesi, Alman mahkemesi değil!?

Konuk yargıç, önce şaşırmış; daha sonra da, hiç sesini çıkarmadan tanığın dinlenilmesini izlemekle yetinmek zorunda kalmıştı.

Böyle bir olay karşısında ne denilebilir ki!?

Bilindiği üzere duruşmayla birlikte, özellikle de ülkemizde tıpkı Macellan’ın ilk kez dünyanın çevresinde dönmesi gibi, sonucu belirsiz bir serüven başlar. Bu serüvenin herkesi doyuracak biçimde olması ve ulaşılan sonuca saygıyla yine herkesin boyun eğmesi için duruşmanın olmazsa olmaz ilkelerine göre yapılması zorunludur.

Duruşmada kanıtlarla doğrudan ilişki, iletişim kurma (yaygın deyişle doğrudanlık) ilkesinden hiç haberi ve Sokrates ya da Decartes’ın düşünsel ve mantıksal torunlarından olmayan yahut da olamayan, bu yüzden de bilgisinden, bildiklerinden hiç mi hiç kuşkulan-mayan bu çalımlı başkanımız(!) yaşanan bu olayı övünerek anlatıyor, çevresindeki hukukçular da, Alman yargıca verdiği bilgisizlik ürünü bu dersten dolayı, yine bilgilerinden hiç kuşkulanmaksızın, onu alkışlıyorlardı.

Aslında yaşanan olay, bilinçsizlikle birlikte yargıcın yaşadığı ruhbilimsel karmaşa duygusunun bütünleştiği gülünç bir durumdu, hiç kuşkusuz.

Besbelli ki Koca Ragıp Paşa, “Şecâat arz ederken merdi kıbtî sirkatin söyler!” ve Hayâli, “O mâhîler ki deryâ içredir deryâyı bilmezler” diye boşuna söylememişler!?

Bütün yaşamım boyunca Portekizli yazar José Saramago’nun diliyle “bakan, ancak görmeyen” hukukçularla ve “Papaz giysisi giymekle nasıl papaz olunmaz, eline asa almakla da kral olunmaz” ise elbette yargıç cübbesi giymekle yargıç olamayanlarla çok sık karşı-laşmış, bilinçsizliğin ürünü bu türden olaylar üzerinde uzun uzun düşünmüş ve de zaman zaman çok üzülmüşümdür, elbette.

Bilindiği üzere Pico della Mirandola’nın (1463-1494) yazdığı ve insancılığın bildirisi sayılan “İnsanın Ağırbaşlılığı (Vakar) Üzerine” (1486) adlı kitapçığa göre, Tanrı insana şöyle seslenmiştir:

Dünyada olan her şeyi daha iyi görebilesin diye seni dünyanın merkezine koydum.”

Sanıyorum ki, dünyanın merkezine konulan insanların başında adalet dağıtan yargıçlar gelmektedirler.

Bunların yanı sıra, mutluluk duyduğum bir bilinçlilik ile beni çok tedirgin eden bir bilinçsizlik örneğini daha vermek isterim.

Yargıtay Birinci başkanlığım sırasında yıllar sonra konuşma yapmak üzere daha önce görev yaptığım büyük bir ilçemize çağırmışlardı, beni. Konuşma sonrası salonda beni izleyen meslektaşlarımla birlikte adliyeye geçmiştim.

Ayraç içinde belirteyim ki, bu ilçede daha önce görev yapan, ancak en verimli çağında ölen bir asliye ceza yargıcı, duruşmaları tek oturumda bitirmekle tanınmış, kendisinden sonra da bu alışkanlık sürdürülmüştü. 

Benim dönemimde uygulamaya ışık tutan o merhum yargıçtan ve benden yıllar sonra, o meslektaşlarıma asliye ceza mahkemesindeki dava sayısını sormuştum.

893’tü.

Eyvah, ne kadar çok!” demem üzerine meslektaşlarım, bayan yargıcı göstererek, “Yargıcımız çok çalışkan. Öyle olmasaydı dava sayısı daha da çok olurdu” demezler mi?

Bunun üzerine görev yaptığım sırada otuz bin kadar olan ilçenin nüfusunun benden sonra ne kadar arttığını sormuş, yaklaşık üçte bir oranında arttığını öğrenmiştim.

Benim dönemimde tek oturumda duruşmayı bitiriyor ve karar veriyorduk. Ben, bu ilçeden ayrılırken Asliye Ceza Mahkemesinde hiçbir dava bırakmamıştım. Yani sıfır dava dosyasıyla ayrılmıştım. Ayrıldığım gün yeni beş dava açılmıştı” deyince meslektaşlarım, kolayca kestirilebileceği gibi, elbette çok şaşırmışlardı.

Ayraç içinde belirteyim. Unutulmamalıdır ki, tek oturumda bitirilip kararla sonuçlanmayan her dava, ağır bir adli yanılgı olasılığına açık ve gebe demektir. Hele bir de oturumlarda yargıçlar değişmişlerse, bu olasılık yüzde yüze yakındır. Bu nedenlerle yargıçların değiştiği ve yedek yargıcın katılmadığı her duruşma, ülkemizin benimsediği suç yargılama süreci hukuku dizgesi içinde ve Türkiye dışında, özellikle yasalarını aldığımız bütün ülkelerde “kesin hiçlik” (mutlak butlan, nullité absolue, nullità assoluta) yaptırımıyla geçersizdir.

Nitekim bu yazıyı yazarken televizyon, ülkemiz insanlarının merakla izledikleri bir davada, ağır ceza mahkemesinin “DOSYANIN VE TUTANAKLARIN İNCELENEREK bir karar verilmesi için duruşmayı başka bir tarihe ertelendiği”ni duyurmaktaydı.

Bu gerekçede kullanılan sözcüklere ve de itirafa lütfen dikkat ediniz. Mahkeme yargıçları, kanıtlarla yüz yüze gelerek, onları görerek, araya bir başka engel koymaksızın doğrudan ilişki kurarak duruşmayı yapmışlarsa, neden “Kanıtlara ve duruşmada edinilen vicdani kanıya göre karar” vermiyorlar da, kendi itiraflarıyla “Dosyayı ve tutanakları inceleyerek,” yani dosyadaki yazılı belgelere, tutulan tutanağa göre karar vereceklerini itiraf ediyorlar ve de bu tutum, olağan ve hukuka uygun bir işlemmiş gibi de Türk kamuoyuna duyuruluyordu?

Çünkü benim ülkemde “herkese açıklık ilkesi” dışında hukuk dogmatiğinin, biliminin dogmatik hukuk uygulamasına yansıttığı sağlam ve sağlıklı duruşma aşamasının temeli, olmazsa olmazı olan hiçbir ilkeye uyulmuyor; bunlar yalnızca fakültelerde okutulan bilimsel yapıtlarda bir süs olarak kalıyor, uygulamada asla somutlaşmıyor, yaşanmıyor, hiç kimse de, bunların üzerinde durmak gereğini bugüne değin hiç duymamıştır, bugün de duymuyor da ondan.

Ancak unutulmamalıdır ki, bundan 25 yüzyıl önce Miletos’lu Eukleídēs (MÖ 330-275), “Bir buğday tanesi, buğday yığınının içinden alınırsa onu hemen etkilemez. Ancak bir süre sonra ortada artık bir buğday yığınının kalmadığı görülür” demiş ve şu söz de bir bakıma bunu doğrulamıştı:

Tanrı haklı ile haksızın üzerine yağmur yağdırdı. Ancak sadece haklı ıslandı. Çünkü haksız, haklının şemsiyesini çalmıştı.”

Türk hukuk uygulamasında aslında “herkese açıklık” ilkesi dışında kalan duruşmanın temel ilkeleri hiç gözetilmediği için duruşma oturumları, yasalara ve duruşma etkinliğinin var oluş nedenine aykırı olarak yargıçlardan yargıçlara tutanaklarla aktarılmakta, dolayısıyla duruşmalar yıllarca sürmektedir.

Bu konuda en çarpıcı örneklerden biri, 1998 yılında, yedi kişinin öldüğü Mısır Çarşısı patlamasıyla ilgili davadır. Bu davada bilirkişi raporları, patlamanın bomba değil, gaz kaçağı kaynaklı olduğunu belirtmişlerdir. Buna karşın toplumbilimci P. S., “yasa dışı silahlı örgüt üyeliği” suçlamasıyla yargılanmaya başlanmıştır. Söz konusu dava, bilindiği gibi, yirmi altı yıldan bu yana, yani günümüzde de sürmektedir. Bu arada elbette davaya bakan ilk yargıçların hemen hepsi emekli olmuş, pek çok duruşma yargıcı değişmiş, dört kez verilen aklanma kararı, olay yeri inceleme raporlarında tersi ileri sürülmesine karşın, duruşma yapan ilk mahkemenin yerine geçen ve duruşma yapmayan, dolayısıyla taraflar ve kanıtlarla yüz yüze gelmeyen Yargıtay yargıçlarınca bozulmuştur. Yargıtayın gerekçesine göre, sanık, bilimsel araştırma örtüsü altında silahlı terör örgütü üyesi olarak çarşıya bomba yerleştirmiştir. İşte insanın insanlarca görülemeyen iç dünyasına giren bu gerekçe yüzünden de yargılama, yıllardan bu yana, yani dile kolay, çeyrek yüzyılı aşan bir süredir sürmektedir. Davanın son duruşmasının tarihi, 28 Haziran 2024’tür (Gözde Bedeloğlu, AİHM’nin Kıbrıslı Vicdani Retçi Murat Kanatlı kararı, Birgün, 15.3.2024).

Zamanaşımı gerekçesiyle düşürülen Sivas Katliamı davasında da aynı durum yaşanmıştır.

İnsanların yüzlerini kızartan bu davaların, özellikle biz hukukçulara parmak salladığını görmezlikten gelebilir miyiz?

Böyle bir yargılama, duruşma ile, kısaca dava ile hukukun doğru uygulandığını kim söyleyebilir ki!?

Ve geliniz hep birlikte temel sorumuzu da mertçe, açıkça soralım ve yanıtlayalım: Böyle bir yargılama, yargıçların Magna Carta’sı sayılan Bangalor Yargılama Etiği İlkelerine; özellikle de hukuksal uyuşmazlığın âdil, etkili, ekonomik ve akla uygun süre içinde bitirilmesi ilkelerinden hangisine uygundur?

Yanıt bellidir: Hiçbirine.

Demek, 1961’de daha önce değinilen ve “Beni bir an önce asın!” diye yakaran tutuklunun durumundan bu yana hiçbir şey değişmemiştir.

Tam da bu noktada bir ayraç açarak, her tutuklama kararını verirlerken, eşsiz ve düşündürücü diliyle Toros eteklerinin “ak sıcak”ını değil, Çukurova’nın sineklerin gözlere cokuştuğu “sarı sıcak”ını, yalnız sevginin cılızlığı, yalnız korkunun kiniyle yaşayıp başkaldıran “eşkiya”yı anlatan merhum Yaşar Kemal’in şu satırlarını unutmamaları dileğiyle meslektaşlarıma anımsatmak isterim: “Mahpushaneye ilk giren insan, şaşırmıştır. Dünyadan apayrı düşmüş gibi olur. Sanki başka bir dünyadadır. Uçsuz bucaksız bir ormanda kaybolmuştur. Ondan da beter. Topraktan, evden, barktan, dosttan, sevgiliden, her şeyden bütün bağlarını koparmışçasına uzaktır. Bir derin, ıpıssız boşlukta döner durur. Sonra başka bir hali daha vardır, yeni mahpusun. Taşı, toprağı, duvarı, o azıcık görünen gökyüzünü, kapıyı, demir parmaklıklı pencereleri bile düşman sayar kendisine. Hele bir de parası yoksa bir köşede boynu bükük kalakalır.” (Yaşar Kemal, İnce Memed-1, İstanbul, 2004, s. 218).

Bu ülkede tutuk sayısını gözetirsek, tutuklarken ilkin merak etmek, her şeyden kuşkulanmak, ince eleyip sık dokumak, olayları sadece kuru hukuk mantığıyla değil, koşulları içinde ve gönül gözüyle de değerlendirmek gerektiğini hiç unutmamak gerektiği sonucuna kolaylıkla ulaşabiliriz.

Elbette kurtuluşun ve doğruya ulaşmanın temelinde merak ve kuşku yatar. Unutulmamalıdır ki, adaleti sağlayacak kurumların devre dışı kaldığı durumlarda kendi adaletini sağlamaya soyunan iyi insanların salt kötü insanlarla savaşımı başlayacak demektir. Suçsuz birini tutuklamak, sadece “adaletin eli”ni kirletmek değil, yeni suçlar, düşmanlar ve suçlular yaratmak demektir. Adaleti sağlayacak kurumların devre dışı kaldığı durumlarda, kendi adaletini sağlamaya soyunan iyi insanların kötü insanlarla savaşımı ekseninde ilerleyen bildik bir öykü sürekli yaşanacak demektir. Özellikle kuşkunun bulunmadığı ya da bastırıldığı her yerde ve her anda bir trajedinin egemen olacağı hiç ama hiç unutulmamalıdır. Tutuklarla ve hükümlülerle sürekli ilgilenmek, insanlarla ilgilenmek demektir ve “İlgi, cömertliğin en nadide, arı duru biçimidir.” (Simon Veil).  

Kısaca bu ülkede hiç kimse kimin şemsiyesinin çalındığını asla sormuyor, sormamaktadır. Çoğu zaman taraflar bile bıkıp duruşmaları izlemekten yoruluyor, yorulmaktadır; zamanla da artık, yargılamanın en önemli aşaması olan duruşmalara hiç kimse gelmiyor, gelmemektedir.  

Devamı yarın...


Prof. Dr. Sami SELÇUK
(Eski Yargıtay Birinci Başkanı)
(Eski İ. D. Bilkent Ü. Hukuk Fakültesi öğretim üyesi)