Sami Selçuk

17 Mart 2025

Hukukta yabancılaşmayı kışkırtan ilk öğüt: “Fakültede okuduğun kitaplardan uzak duracaksın! Şunu unutma! Bilim başka, uygulama başka”

Biz yargıçlar, savcılar, avukatlar, kısaca Türk hukukçuları, koygun karanlık güçler ile nurlu güçlerin sürekli çatıştıkları, büyük balığın küçük balığı acımasızca yuttuğu bu dünyada, toplumsal düzenin ve insanın var oluşunun temeli olan hukuku ve adaleti, dolayısıyla toplum barışını, bilimi dışlayarak nasıl gerçekleştirecektik?

Yıl, 1961.

Ülkemizin büyük illerinden birinde deneyimli ustaların(!) yanında yargıçlığın, savcılığın nasıl yürütüldüğünü öğrenmek amacıyla çalışmaya, kısaca stajıma başlamıştım.

O, on beş gün geçmişti. İl savcısının beni çağırdığını söylediler.

Yeri gelmişken ayraç içinde belirteyim: O dönemde ülkemizde tek bir başsavcı vardı: Doğru adlandırmayla “Yargıtay nezdindeki cumhuriyet başsavcısı.” Ağır ceza mahkemesinin bulunduğu il ve ilçe mahkemeleri nezdinde ise, savcı ve savcı yardımcıları bulunmaktaydı. Günümüzde ise, yalnızca her ilde değil, her ilçede bile bir başsavcı var.

Demek, yaklaşık 700 yıllık Fransız kökenli kurumdan ilk ayrılık, bir bakıma ilk başkalaşım, “nezdinde” sözcüğünü unutan bu adlandırma yanlışı ile başlamış; “yardımcı” değil, her yerde “savcı” bulunduğu çalımıyla sürmüş.

Ve anlaşılan, bu adlandırma değişikliğiyle birlikte kimilerine göre, savcılık, ülkemizde olumlu ve büyük bir evrim ya da dönüşüm geçirmiş oluyor ve besbelli ki, hukuk bilgimiz de, sözcüklerle, terimlerle oynanarak varsıllaşıyor, zenginleşiyor; hukuku uygulama düzeyimiz de yükseliyordu!?

Uzun odanın karşı ucunda oturan il savcısı, masasının önündeki sandalyeyi işaret etti.

Oturdum.

Elindeki purosundan bir nefes çektikten ve çalımlı çalımlı yüzüme doğru üfledikten sonra sordu:

Çok kitap okuyor musun?

Zaman buldukça.

Bunların arasında hukuk kitapları da var mı?

Elbette var.

“Anladım,” dedikten sonra çok bilmişlerin tavrıyla ekledi: “Bu meslekte yükselmek istiyorsan, o hukuk kitaplarından uzak duracaksın!?”

Anlaşılan, yasalara bakarak, hukuk bilimiyle ilgili kitaplara başvurarak bazı işlemleri eleştirmem savcının yardımcılarını rahatsız etmişti.

Çünkü onun “bilim” ile “kuram”ı birbirine karıştıran görüşüyle, diliyle ve  de sözcükleriyle “nazariye başka, uygulama başka”ydı.

Umberto Eco’nun kitaplarında geçen bir bölüm vardır: “Başrahip, manastırdaki kitapları ateşe verir ve şöyle der: ‘İnsanlar, okursa öğrenir, öğrendiği için de içindeki korkuyu öldürür. Kilise, işte o zaman ölür.’”

Bizim hemen hemen ülkemizin her yerinde, bütün mahkemelerimizde de staja başlayan bütün hukuk çıkışlılara her gün söylenen bu sözleri, yani il savcısının kuram (nazariye) ve bilimi birbirine karıştıran, hukuk bilimi ile uygulamayı birbiriyle çatışan düşmanlar olarak gören, dört yıllık hukuk öğrenimini hiççi (nihilist) anlayışla bir çırpıda yadsıyan ve yok sayan, insanın aklını ve bilimi dost olarak görmeyen, hukuk bilimini adaleti öldürücü bir silah olarak görüp, uygulamada kullanmaktan alı koyan bu bilim dışı ve yıkıcı yaklaşımın, yaşanan hukukun perişanlığını sergileyen bu saçma sapan sözün yargıç, savcı, avukat olarak hemen hemen hukuk öğreniminden geçmiş bütün hukukçularca hiç düşünülüp tartışılmaksızın ezberlenip paylaşıldığını, doğudan batıya, kuzeyden güneye bütün ülke çapında ve düzeyinde yaygınlık kazandığını görecek, bu yüzden bilim ile uygulama arasındaki çatlağın gittikçe büyüdüğünü, iki bin yıllık “Hukuk, iyi ve âdil olma sanatı”dır (Ius est ars boni et aequi) tanımının ve özdeyişinin hukukun çok uzaklarına düşürüldüğünü görecek, hukuk mesleğini seçenlerin yaşadığı acıları gözlemleyip çok şaşıracak ve, deyiş yerindeyse, bu türden “bilim kırıcı” anlayışlarla ve yaklaşımlarla ömrüm boyunca umutsuzca çarpışıp duracaktım: “Bilim başka, uygulama başka!?”

Demek, Mevlâna’nın dediği gibi, “Damın üstündekiler ne yaparlarsa, aşağıdakiler de onu yapmalıydılar.”

Peki, hukuk uygulamamızın bilim dışı olduğunu ele güne karşı “Şecâat arz ederken merdi kıbtî sirkatin söyler!” örneği, açıkça itiraf ve kabul eden bu sözlerle öldürülen, öldürülmeye çalışılan aslında neydi?

Elbette hukuk bilimi ve de bu bilime dayanması gereken hukuk uygulaması, kısaca adaletti.

Neruda’nın şiirinde belirttiği üzere bu anlayışla da hukuk, “Her gün aynı yoldan yürüyenler / Yürüyüş biçimini hiç değiştirmeyenler / Giysilerinin rengini (bile) değiştirmeye yeltenmeyenler”le birlikte yok olup gitmez miydi?

Elbette giderdi.

Nitekim ülkemizde de öyle olmuştur.

“İnsanda” demişti, Baudelaire, eşzamanlı iki eğilim vardır: Biri Tanrı’ya doğru, öteki şeytana doğru.”

Bana gelince, hukuk uygulamasıyla uğraştığım sürece ya çokları gibi bilim dışı, öncekileri örnek alıp öykünme (taklit) yolunu ya da tam tersine öldürülmeye çalışılan bilimin kanatları altında bilim yolunu izleyerek hukuk savaşımını karınca kararınca sürdürüp duracak, artısıyla eksisiyle bilim ile bilim dışılık, mutlu yol ile mutsuz yol arasında bir seçim yapacaktım.

Yapmalıydım da.

Nitekim bu konuda ölümcül bir hastalığa yakalanan, ancak yaşama sevincini hiç yitirmeyen yirmili yaşlardaki başarılı ve ünlü bir genç şarkıcının şu sözlerini de hiç unutmamak gerekirdi: “Mutlu olmak için yaşamın güç geçecek dönemlerini beklemeye gerek yoktur.”

Eğer bilim dışı yolu seçersem, hiç kuşkusuz bir kültür bilimi olan hukuka yalnızca ihanet etmekle kalmayacak, pek çok örnekte yaşandığı gibi, görünüşte başarılı olsam bile, kendimi hem aldatmış, hem de azaltmış ve hem de mutsuz olacaktım.

Evet, beynim yanıyor ve kendime sürekli şu soruyu soruyordum: Bu meslekte başarılı olmak için acaba izlenmesi gereken hangi yaklaşım ya da yol doğruydu?

İşte, bilinçaltında yaşadığım bu ruhsal durum ve iç yarası, terim yerindeyse bu “kaygı boşalımı” (décharge d’anxiété, discharge of anxiety), aynı anlarda başarı ile başarısızlık arasında bütün bunların alçakgönüllü bir taşıyıcısı ve izlekçisi olarak sürekli beni bocalatmış, tedirgin etmiştir.

Uygulanacak yasalara gelince onların hepsi ortadaydı, belliydi. Gerçekten Solon’lar¬dan, Lykurghos’lardan bu yana, bütün sorunları halkın ruhuna göre ele alıp yazıya döken metinlerdi, bu yasalar.

Ben ise, elbette bu metinlere ve de sadece bunları açıklayan bilimsel yapıtlara göre kararlar verecek, işlemler yapacak biri olmalıydım.

İngiliz hukukçu Henry de Bracton (12101268), “İnsana değil, Tanrı’ya ve yasaya uy!” (Non sub homine, sed sub Deo ve lege!) demişti, yedi yüzyıl önce. Harvard Üniversitesi Kitaplığının giriş kapısının üzerinde de yazılı olan bu özdeyişin bütün insanlara, özellikle de hukukçulara iletisi ise açıktı ve şuydu: İnsanlar, insanlara değil, Tanrı’ya ve yasalara uymalı; insanların değil, Tanrı’nın ve yasaların buyruğu altında yaşamalıdırlar (Gözler, Kemal, Hukuka Giriş, Bursa, 2018, s. 23, 24).

Tarihime baktığım zaman, ozanımız Dağlarca’nın bir şiirinde (Yeryüzü Saygısı) belirttiği gibi, Budapeşte, Erivan ve Mısır’ı almış, ancak sadece sevmiş; kara deriliyi altın saçlıdan ayırmamış; Doğu’dan da, Batı’dan da ülkeler almış, ancak hiç sömürmemiş kuşakların çocuğuydum, torunuydum ben.

Ayrıca bilgisizlik (cehalet); kibir, kıskançlık, nefret, açgözlülük (çıkarcılık) gibi beş büyük zehrin, kınanası davranışın en başında gelmiyor muydu?

Elbette bunları gözeterek ben de en sonunda doğru bir karara ulaşacaktım.

Ulaşmıştım da.

İşte, bu yol, bir bakıma Tanrı’nın da yasalarını yansıtan, “Bilim, Çin’de de olsa onu izleyiniz” diyen sözel hadisin salık verdiği bilimsel yoldu. Asla ve kat’a “O kitapları bir yana bırakacaksın” diyen o bilim kıyıcı, uğursuz yol değildi.

Ancak bir kez daha anımsatayım ki, güngörmüş, mesleğinde yıllarını doldurmuş il savcısının ağzından dökülen yukarıdaki sözlerle benden istenen de belli, yukarıdaki beş zehirden, kınanası davranıştan özellikle birincisiydi: Yaratıcı bilime asla danışmamak, düşünmemek, sorgulamamak ve düşünsel tembellikle yalnızca kendisinden öncekilere öykünmek (onları taklit etmek), onların izinden hiç, ama hiç çıkmamak; bir bakıma kısaca “yer kaplayan şey” (res extensa) olup, “düşünen şey” (res cogitans) olmamaktı.

Özetle, ne dünü ne de yarını yaşamadan, La Bruyère’in deyişiyle salt şimdiki zamanı yaşamak, öykünmenin durgun sularında debelenip durmak.

Karamazov Kardeşler’de Dostoyevski, Tanrı ile şeytanın savaş alanının insan yüreği olduğunu söyler. Görüyorum ki, hukuka giren şeytanın savaş alanı da benim ülkemde düşünerek sorgulayan insan beyninin tükenmez kaynağı ve ürünü olan bilim ile bilimden uzaklaşıp yozlaşmış uygulamaydı.

Evet. Bir zamanlar Nâzım Hikmet de, Türk insanı için “O, topraktan öğrenip / kitapsız bilendir” demişti. İl savcısına göre, ben de bundan böyle “Hukuk bilimiyle ilgilerini kesmiş hukuk uygulayıcılarından öğrenip / hukuku kitapsız bilen” olmalıydım.

Oysa hukukçu, kanımca tam da bütün bunların tersine, elbette kitaptan öğrenip toprağı da bilinçle işleyenlerden biri olmak, özellikle de “Yargıç, Cicero’nun dediği gibi, “düşünen yasa; yasa ise, eşsiz bir yargıç” olmak zorundaydı. “Düşünmek, güç zanaattır. Bu yüzden çoğu insan sürüyü izler” diyen Carl Gustav Jung’a karşın.

Elbette hukuk, unutulmamalıdır ki, ilk insan ve toplumdan bu yana felsefeyle birlikte yüz binlerce beyinden süzülüp gelen bir kültür bilimiydi. Hukuk biliminin yaşama geçirilemediği bir yerde, hukukçu havasız kalmış bir dalgıç; toplum ise, ne yapacağını kestiremeyenlerin yaşadığı canavarlarla dolu bir bataklık demektir. Böyle bir durumda ise, ne dalgıç yaşayabilir ne de hukuk. Orada artık yaşanan, hukuk adı altında sonuçsuz bir maceradır. Bu maceranın adı ise, hem insanı sürekli ağlatıp inleten bir ağıt, yanlış hukuk uygulamasının ve yargılamasının kürek mahkûmlarına, kısaca hukuku çiğnenenlere yönelik acı çektirmenin bir bedduası, çaresizlik iniltisi ve de kasıtlı, kirli bir zihin (mens rea) ve bilinç yansımasıdır: “Seni mahkemeye verir, sürüm sürüm süründürürüm!?”

Ancak durum bu noktada bile kalmıyordu, kalmamıştır da. Bir başka yargıç, yapılan işlemin yanlış olduğunu söylediğimde benimle birlikte stajlarını yapan arkadaşlarımın önünde “Sen, ileride yargıç, savcı olup, o kitaplara bakarak kararlar verirsen, işlemler yaparsan bu meslekte hiç yükselemezsin. Bir daha bana soru sorma!” gibi lakırdılar etmiş, stajımı bitirmeme bile engel olmaya kalkışmıştı (!)

Besbelli ki, George Orwel (19031950), “Bir toplum, doğrulardan ne denli uzaklaşırsa, doğruyu söyleyenlerden de o denli uzaklaşır” sözünü hiç de boşuna söylememiş.

Atatürk, istediği kadar “Yaşamda en doğru yol gösterici bilimdir,” “Benim düşüncelerim ile bilim arasında çelişki bulunduğu zaman bilimi izleyin” desin; bu özdeyişler, ne denli üniversitelerin duvarlarına kazınırsa kazınsın, kitaplarda sık sık yer alırsa alsın, oralarda yalnızca bir süs bitkisi işlevini üstlenecek; yerini “bilim başka, uygulama başka” önyargısına, daha doğrusu saçmalığına, safsatasına (sofizm) bırakacak; beyinlere kaskatı yerleşen bu saçmalık, safsata da, yükselme kaygısıyla ikonlaşıp geleceğin hukukçularının beyinlerini tutsak altına alacaktı.

Nitekim almış, almakla da kalmamıştır. Hukuk uygulamasını doğal yatağından çıkarmış, onu dik duramayan boş bir çuvala dönüştürmüştür.

Hem de bir veba salgını çapında.

Peki, bu yadırganası söz, daha doğrusu saçma “lakırdı” neyin nesiydi?

Theodor Adorno’nun 1964’te Heidegger’in görüşlerini çürütmek için yazdığı kitabının adıyla bir “Sahicilik Jargonu” mu, yoksa sahiciliğin iğreti bir taklidi ya da yaşanan hukuk dilinin bir argosu muydu? Bilimden ve bilgiden kopmayı kutsallaştırıp yücelterek kışkırtan bu saçma, iğreti anlayışa ve yaklaşıma karşı bugüne değin niçin hiç kimsenin sesi çıkmamıştı ve de neden onca hukuk fakültesi açılmıştı, hâlâ da açılmaktaydı?

Bugünden geriye baktığım zaman diyebilirim ki, şimdiye dek hiç kimse kendisine ya da başkalarına bu soruları sanki hiç sormamış gibidir.

Daha acısı da, bugün bile sormamakta. Bu yüzden de yukarıda değinildiği üzere bu saçma sapan rezil lakırdı, bir yandan düşünmeyi, düşündürmeyi öldüren, taklitçiliği özendiren bu veba mikrobu, beyinlerde yaşayıp; öte yandan ise, Atatürk’ün o ünlü sözleri bilim yuvalarının duvarlarına kazınıp durmuştur.

Kısaca benden, benim durumumda olanlardan istenenler, bilim ile çatışma pahasına belliydi.

Bilindiği üzere vaktiyle “Büyük Birader”de yakalarına yapışan kölelik yüzünden düşünemeyenlerin, konuşamayanların ülkesini anlatan 1984 adlı romanında George Orwell, “… bir insana yapılan en büyük işkence, bilinçsizlerin yeğlediği bir düzende yaşamaktır” demiş ve herkesi, özgürlük düşmanı iktidarlara boyun eğmemeye çağırarak, yapıtında bu kahramana İkinci Dünya Savaşının tartışılamaz önderinin adını vermişti: Winston.

Ünlü yazar Soljenitsin ise, “Gulag Takımadaları”nda bir başka olayı ve gerçeği anlatmıştır: Grev yapmaya karar verdikleri sırada bunu önlemek isteyen kamp komutanı “Ülkenin kömüre gereksinmesi var” deyince, tutuk (mevkuf) işçiler, kendisine şu unutulmaz yanıtı vermişlerdir: “Bizim de özgürlüğe gereksinmemiz var.”

İşte “demokratik özgürlük bilinci”ni yansıtan bu yanıt, ruhları ve gönülleri kazanarak insanlık tarihine altın harflerle kazınmıştır.

Ayracı kapatarak şunları da eklemek gereğini duymaktayım: Artık bundan böyle ben ve benim gibi fakültesini yeni bitirenleri, mahkemelere işi düşenleri büyük bir tehlike beklemektedir: Bilimi dışlayanların yeğlediği bir hukuk dünyasında ve uygulamasında yaşamak zorunda kalmak.

Yineleme pahasına belirteyim ki, durumu, daha doğrusu başlamakta olan çileyi hiç kuşkusuz kavramıştım. “Bilim başka, uygulama başka” saçmalığının örneklerini, herkes gibi, ben de stajımı yaparken ve mesleğimi yürütürken sürekli yaşayıp duracak; dahası görevimi sürdürdüğüm sürece çoğunluğun bu anlayışıyla, daha doğrusu engizisyonuyla ya uzlaşarak işi oluruna bırakacak ya da bilim kayasını tepeye ulaştırmayı zaman zaman başarsam bile, Sisyphos gibi, kayanın aşağıya yuvarlandığını görecek; “bilim hastası hoca” ya da çoklarına göre, “nazariye meraklısı hoca” yalnızlığına itilip kakılacak, hüküm giyecektim.

Biliyordum ki, insanlar, kendilerine kendileri için doğru yolu gösterenleri bile, Hz. İsa gibi çarmıha germişlerdir.

Ancak ne pahasına olursa olsun, bütün bunlara karşın, geriye baktığım zaman bir hukukçu olarak benim biricik servetim, dünyam, her zaman bilim olmuştur. Elbette o servet, birilerince asla teslim alınamazdı, alınmamalıydı da. Ona yalnızca teslime olunurdu, o kadar. O da, teslim olanları hiç aldatmaz; onların önlerini açardı.

Nitekim hukuk tarihi, hukuk arkeolojisi, sürekli bunun tanığı olmuştur.

Şimdilerde ise, bütün bunları yaşamış biri olarak geriye baktığımda ülkemin bugüne değin neden bir Sokrates, Platon, Descartes, Kant, Wittgenstein ve “Her soru sorma bir arayıştır (…) ortalama ve kapalı varlık anlayışı bir olgudur” diyen bir Heidegger (Heidegger, Martin, [Kaan H. Ökten]), Varlık ve Zaman, İstanbul, 2011, s. 4, 5; Heidegger, Martin, [François Vezin], Être et Temps, Paris, 1985, s. 28, 29) çıkaramadığını çok iyi anlamaktayım.

Evet, bugün artık her şeyi bir yana bırakıp ve kendimize şu soruyu sormanın, bir yargıda bulunmanın tam zamanıdır: Hukuk konularında yargıda bulunan iyi niyetli kimseler arasında toplum ve adalet için acaba en çok zararlı olanlar kimlerdir?

Hiç kuşkusuz hukuk öğreniminden geçtiği halde bilimi dışlayarak hukuk konularında yargılarda bulunanlardır.

Çünkü ülkemizde bilimi dışladıkları halde hukuksal yargılarda bulunan hukukçuların sık sık yineledikleri ve mahkemelerde yargıçların arkasındaki duvarı süsleyen bir özdeyiş vardır: “Adalet, mülkün temelidir.”

Bilindiği üzere Osmanlı’da bütün “mülk,” yani, sadece günümüzde otuzun üzerinde devletin kurulduğu toprak değil, bir bakıma toplum ve düzen de, Osmanlı’nındı. Bu yüzden Osmanlı ozanlarından Bâkî (Mahmud Abdülbâkî (1526 1600), bir kasidesinde şöyle demiştir: “Sütûrı nâmesinden mülk ü millet sebzesi hurrem Sütûnı hâmesin¬den din ü devlet haymesi berpâ” (O hükümdarın) fermanından yurt ve ulus bahçesi sulanmaktadır; kaleminin sütunu ile din ve devlet çadırı ayaktadır.)

Oysa şimdi bu düzen, artık uygar ülkelerde toplumundur, halkındır. Buna karşın bu küresel özdeyiş, bizim ülkemizde, günümüzde bile Arapçadaki “el adlü essasül mülk” sözünün sözcük sözcük çağ dışı bir çevirisidir.

Nitekim aynı özdeyiş, hemen hemen bütün dünyada ve başlıca dillerde de vardır. Sözgelimi, Latince’de “Justitia est fundamentum regnorum,” Fransızcada “La justice est le fondement de l’ordre,” İngilizcede “Juctice is the fundation of order,” İtalyancada “La giustizia è il fondamento dell’ordine,” İspanyolcada “La justicia es la base del orden,” Portekizcede “A justiça é a base da ordem” olarak geçmektedir.

Dolayısıyla doğru çeviri bellidir ve şudur: “Adalet, toplum düzeninin temelidir.”

Çünkü toplum yaşamında insanı öbür canlılardan ayıran, insanı insan kılan en yüce değer ve duygu, Romeo’nun Juliet betimlemesinde geçen anlatımla insan sevgisi; en kutsal değer ve duruş ise, adalettir. Zira adalet, bireyin erdemi, toplumun ülküsüdür. Kedi, cılız, sakat yavrusunu yer; annedir, ama sevgisi yetersizdir, çünkü adalet bilinci yoktur. Aslan, avını tıka basa doyuncaya dek yer, ancak yalnızca geri kalanı başka hayvanlara bırakır; güçlüdür, ama adil değildir.

Kısaca hukukun iki özü vardır: Adalet ve adalet bilinciyle insanlar arası barışı sağlamak. Çünkü “Barış ile adalet sürekli buluşup öpüşürler, sevişirler.” (Radbruch).

Peki, biz yargıçlar, savcılar, avukatlar, kısaca Türk hukukçuları, koygun karanlık güçler ile nurlu güçlerin sürekli çatıştıkları, büyük balığın küçük balığı acımasızca yuttuğu bu dünyada, toplumsal düzenin ve insanın var oluşunun temeli olan hukuku ve adaleti, dolayısıyla toplum barışını, bilimi dışlayarak nasıl gerçekleştirecektik?

Ya da ödül ile cezanın olmadığı, yalnızca nedensel sonuçların yaşandığı bir doğada mı yaşayıp duracaktık!?

Adalet tokluğunu sağlamanın bir başka yolu var mıydı?

Elbette yoktu. Yaşamda biricik yol, bilimin gösterdiği yoldu, bu.

Özetle ben, başkaları gibi, bilim dışı, zaman zaman da bilim düşmanı olan yukarıdaki anlayışın sık sık karşıma çıkacağı bir yolculuğa, tıpkı yönetmeni Christian Olwagen olan, Clementine Mosimane’nin başrolünü üstlendiği “Poppie Nongena’nın Uzun Yolculuğu”na başlıyordum. Ancak ne pahasına olursa olsun yargılamada yaşadığım işlemleri, tıpkı Nongena’nın Güney Afrika’daki ırkçılık karşısında yaptığı gibi, “fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür” bir hukukçu olarak, zaman zaman başım derde girse bile, irdeleyecek, eleştirecek, kolay kolay inandıramasam dahi, asla hiç kimseyi taklit etmeyecek; iç rahatlığı içinde biricik efendim olan bilime dayanacaktım.

Çünkü Galilei’nin dediği gibi “Tanrı’nın dünyayı yaratmak için kullandığı alfabe” olan “matematik”i bulan “akıl” ve de özellikle “kuramsal akıl,” onu denetleyen yardımcısı “toparlayıcı akıl,” ancak yalnızca bu koşullarda sağlam adımlarla yürüyecek demekti. Eğer kuramsal akıl, denetleyen aklın yardımcısı olmaktan çıkmışsa ve anlayan akıl güdük kalmışsa, “takma kafana!” diyerek eleştiren akıl körelmişse, o insan, artık ya ezberci ya da öykünmecidir. O beyin ise, kesinlikle yitik bir beyindir (İnam, Ahmet, Toparlayan Akıl, Bilim Teknik, Cumhuriyet, 29.9.2001). Çünkü “İnsan beyni, değirmen taşına benzer. İçine yeni şeyler atmazsanız, kendi kendini öğütüp tüketir” (İbni Haldun) ve de tükenip biter.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarında, bilindiği üzere, basın özgürlüğü “bekçi köpeği”ne benzetilmiştir.

Benim gözümde de bilim, dün de, bugün de, deyiş yerindeyse, uygulamanın hem biricik yol göstericisi, hem de bekçi köpeğidir.

Evet. Her şey ortadaydı ve de bütün bunların sonuçları da belliydi.

Özet olarak yeni bir yol ve savaşım başlıyordu, benim için. Bunu anlıyordum. Ya eleştirel düşünmeyi bir yana bırakıp benden öncekilere öykünecektim, onları taklit edecektim ya da onların yaptıkları işlemlere bilimsel ve eleştirel gözlerle bakacak, gerektiğinde tartışarak sorunlara yaklaşacak, düşüne taşına yeni görüşler üretecektim.

Üretirken de Alman hukukçusu Shmidthaüser’in şu veciz sözlerini asla unutmamam gerekecekti: “Adalet için ceza veriyor değiliz. Ancak, ceza veriyorsak, olabildiğince âdil olmalıyız. Ödetme (eylemin karşılığı, kefaret) için de ceza vermiyoruz. Ancak ceza veriyorsak, ödetmeyi algılama da olanaksız kılınmamalıdır. Bireyleri sağaltmak, düzeltmek, iyileştirmek için de ceza vermiyoruz. Ancak, ceza veriyorsak, hükümlü kendisine ve başkalarına olan güvenini yeniden kazansın ve iyi yola girsin diye her şeyi göze almalıyız.” (İletenler: Centel / Zafer / Çakmut, Türk Ceza Hukukuna Giriş, İstanbul, 2017, s. 560).

Aradan yıllar geçti. Köşeme çekildiğimde gördüğüm ve beni düşündüren filmlerden biri, senaryosunu Dito Montiel’in kaleme aldığı ve ilk uzun metrajlı bir drama filmidir. Adı ve konusu da “eleştirel düşünme”dir (critical thinking).

Filmde Miami’de güç koşullarda yaşayan beş genç, kendilerine esin kaynağı olan Öğretmen Mario Martinez’in özendirmesi ve desteğiyle Miami Jackson Lisesi satranç takımını kurmakta, “Ulusal Satranç Şampiyonluğu” yarışmasına girmeye karar vermekte ve sonuçta takımları, ABD Ulusal Satranç Birinciliğini 1998 yılında kazanan ilk kent içi takım olmaktadır.

2020 yılında çekilen film, 1998 yılında yaşanmış gerçek bir öyküye dayanmaktadır.

İşte bu filmde oyunculardan birinin annesi şunları söylemektedir: “Evren upuzun bir sokağa benzer. Açıklayamayacağımız şeylerle doludur. Yürürken başınıza gelenlerin asla düzelmeyeceğini sanırsınız. Ancak bazen bir anda düzeliverir.”

Ne var ki, “Özgür düşünün, duyduğunuz her şeyi gerçek, doğru diyerek hemen benimsemeyin. Eleştirel olun, inandıklarınızı değerlendirin!” diyen Platon’dan yirmi sekiz yüzyıl,  “Evrende en büyük yitik, sorgulama gücünü yitirmiş beyindir” diyen Albert Einstein’dan yetmiş yıl sonra bile, yanlış öğretim dizgemizin (sistem) ürünü olarak bilgisinden kuşkulanma ve eleştirel düşünme alışkanlığını edinememiş ve bu yöntemi benimseyip özümseyememiş ezberci bir toplumun üyesi olarak yürüyeceğim uzun yolda ne eleştirilerim, ne de hukukumuzun başına gelenler bitecekti.

Dolayısıyla ben, bunların hiç bitmediği, uygulanan hukukun hiç de düzelmediği bir yolculuğa çıkacaktım. Nitekim de, işte çıkıyordum.

Gerçekten de öyle oldu.

Çok ünlü ve bilinen deyişle “Tanrı ya da doğa, insanı yaratmıştı; insan da, bilim ve sanatı.”

Dolayısıyla diyebilirim ki, ben, bu yolculukta bana biricik yol gösterenim olan bilimi asla hiç bırakmamaya çabaladım. “Gönül sarayım, sevgi sultanım” / “Ne kadar bilsen de, bilire danış” demişti, Pir Sultan Abdal. Hukukçunun da sarayı, hukuk bilimi, hukuk dogmatiği; sultanı ise, yasalardı.

Ve üstelik akıl da, bilim de ve hukuk da, benim şerefime emanet edilmişti.

Ne varsa aracına yükleyip köy köy dolaşan bir çerçi olmayan, yönteme ve dizgeli (sistemli) araştırmaya dayanan bilim ise, beni hiç yalnız bırakmadı ve de hiç utandırmadı. Aslında insanlarımız doğrulara, gerçeklere öylesine susamışlardı ki, Şeyh Edebali’nin Osman Gazi’ye verdiği bir öğütten söz edilir, sık sık. Ne var ki tarih bilimi, böyle bir öğüdün varlığını hiç doğrulamaz, bunun bir düş ürünü olduğu ortaya çıkar.

Özetle iyi hukukçu olmanın yolu, kesinlikle doğruları yansıtan bilimden geçerdi, Özdemir Asaf’ın dediği gibi, sonradan “Ağlamak / Bazı acılarda yetmez”di.

Bununla da yetinmedim. M. Schmidt’in aktardığı K. S. Bader’in hukuk biliminin buyruğundaki hukukçuların yasalardan daha önemli olduğuna ilişkin sözünü de hiç unutmadım (Aral, Vecdi, Toplum ve Adaletli Yaşam, İstanbul, 1988, s. 192).

Özetle, geriye baktığım zaman şunu söyleyebilirim: Asla “eski köye yeni âdet” ve de yine asla Fransız, İtalyan atasözleri gibi “yaşlı maymuna mimik öğretilmez”(le vieux singe ne peut pas apprendre les mimes / la vecchia scimmia non può imparare i mimi) demedim. Ancak bunların tam tersine, ne denli becerebildiğimi kestiremesem de, diyebilirim ki, üç büyük dinin ana kurallarına, ömrüm boyunca uymaya çabaladım, durdum: “Oku!”(Kur’an, Alak, 15), “Sev!” (İncil) ve “Yaşat!” (Tevrat).


Prof. Dr. Sami SELÇUK
(Eski Yargıtay Birinci Başkanı)
(Eski İ. D. Bilkent Ü. Hukuk Fakültesi öğretim üyesi)