Sami Gürkahraman

03 Şubat 2025

Canan Karatay ve Amerika’da bir başka soruşturma: Geçmiş zaman olur mu?

Dr. Canan Karatay, “bilimsel olmayan yöntemler” kullanmakla itham ediliyor. Tıpkı Dr Mehmet Öz’ün kendi alanı dışındaki konulara değinmesi gibi... “Bilimsel makale” diye sunduğu şeyler, basit ve iyi kurgulanmamış çalışmalardı. Küçük adımlarla başlayan bu fenomenolojik büyümenin ayak seslerini duyduğu halde gerektiğinde tartışmalarda bilimsel veriler doğrultusunda taraf olmayan sağlık otoritelerinin sorumluluğu yok mudur?

Sağlık profesyonelleri, insanların sağlığını ilgilendiren konulara değinirken, bilimsel normları eğip bükerlerse yeni risklerin oluşmasına neden olabilirler. Bazen bu “aşırı profesyoneller”, Hipokrat yemininin frenine rağmen etik ilkeleri yok saydıklarını fark etmiyorlar veya bu ilkeleri önemsemiyorlar. Bu, ayrıca ve belki de yalnız başına mesleki inandırıcılığı kaybetmeye kadar giden güven problemini de tetikliyor. 

İnsan, doğanın kendisine yönelen tehditlerine karşı aklını kullanırken; aynı zamanda kendi türüne karşı da akılla harekete geçen bir canlıdır. Bazı daha zekilerimiz veya fırsatı ele geçirenler, -maddi çıkarlar söz konusu olunca-, doğanın tehditlerini, “korunma” adı altında kendi türüne sattığı bilgilerle paraya dönüştürebilirler. Daha korunaklı evler yaptığını iddia edebilirler mesela… Veya yağmurda ıslanmayan elbise ürettiklerini… Bazen türü korumak için tür içindeki bir topluluğa zarar da verebilirler. Bir adada cüzzamlı insanlara çektirilen işkenceleri, diğer “insanları korumak” adı altında karantina uygulanmasına karar verenlerin seyir defterlerinde, görebiliriz. Ama her şey bu kadar travmatik olmayabilir ve bunun en tipik örneklerini 1930lar Amerika’sındaki sigara reklamlarında oynatılan çocuklara sigara içirilmesinde görebiliriz. Yine de daha naif olanına göz atabilirsek yanmış bir bölgemize diş macunu sürülmesi veya yoğurt sürülmesi sayılabilir değil mi?

“Sağlıklı olma” veya “sağlıklı kalma” konusunda gösterilen çabalar, sağlık profesyonelleri ve bazen de bireyler tarafından en uç noktalara götürülebilir. Bu sağlık profesyonellerinin hayran kitleleri her geçen gün artabilir ve onlarla müridiyal bir bağ oluşabilir. Öyle ki, bu medyatik uzmanlara bilimsel normlarla yapılan uyarılar, onların hayran kitleleri tarafından, sanki bir saldırı gibi algılanarak sert şekilde bertaraf edilmeye çalışılabilir. Bu sadece bireysel değil ve bazen, aynı zamanda toplumsal bir “alternatif tıpçı” fanatizmine neden olabilir.  Annemizin bize sunduğu hastalık dönemindeki karışımlarla hastalıkları defetme yöntemlerinin, Barış Manço’nun “nane ve limon kabuğu” tariflerinin masumluğunu ters yüz ederek ve çeşitliliğini arttırarak, pazarlanmasının sınırsızlığını nasıl tarif edebiliriz?

Aşağıda bir hekim olarak en son kertede Canan Karatay hakkında yürütülen soruşturma ayrıntılarına girmeden, ama bu “dezenformatif tıp” zemininde kalarak önce yakın zamana gitmeyi ve bugünün durumunun o dönemden gelen ve benim hatırladığım bu ilk tohumlanma olmasa da dönemsel kavşaklara kuşbakışı ve biraz da alçak seviyeden değerlendirmeye çalışacağım. 

Canan Karatay

Masalsı uzun zaman öncelerinden bahsetmeyeceğim… Facebook’un henüz Türkiye’de olmadığı, Twitter’in kurulmadığı, her geçen gün kendi ahlakını oluşturarak ısrarla dayatan ve adına sosyal medya denilen gerçekliğin etkisinden bahsedilmeyen, gazetelerin satılabildiği ve televizyon kanallarının kıyasıya reyting yarışında olduğu, AKP iktidarının “sağlıkta dönüşüm” dediği ve kitlelerce oldukça heyecan yaratan bu siyasasını en fazla propaganda malzemesi yaptığı ve iktidarın en sıklıkla kullandığı konuların başında gelen ve belki de gerçekten o zamana göre sağlık alanında bazı radikal adımların atıldığı, gerçekliğinin kimi bazı çevrelerce kabul edildiği ve bazı çevrelerce de sessizce izlendiği zamanlardı. Yani iki binli yıllardan bir kaçlarıydı işte.

Ünü neye göre, hangi anket sonuçlarından devşirildiği meçhul, en iyi olduğu konusunda tartışmaların gizlendiği, ama yine de “ünlü” denilince herkesin kulak kabarttığı doktorlar, televizyon kanallarında iş başındaydılar ve prezantasyondan sonra “en ilginç” ve “en tartışılır” ve “en sıradan” ve “en iyi şekilde” bir konuyu insanlara anlatımının etkinlik yarışmasına girmişlerdi. Yarış kendiliğinden başlamış ama birbirlerini tetikliyordu. Televizyon programları en iyi platformları sunuyordu. Bu programlarda serbest piyasanın nazik olmayan kuralları gereğince sağlık alanında rekabet gün geçtikçe kızışıyordu. Konular içinde şüphesiz ki en çok ilgiyi çekenler, -bugünün sosyal medya ağzıyla söylersek- “trend topic”lerinden birini Amerika’dan Türkiye’ye arz-ı endam eden ve haber program jeneriklerinde takdiminin “en ünlü” diye yapıldığı bir doktorumuz, 18 Ocak 2004 tarihli Hürriyet gazetesinde “uzun yaşamak istiyorsanız, aynı eşle yılda en az 200 kez seks yapın” diye demeç vermişti. Ve yetmemiş, bunu çeşitli televizyon programlarında tekrarlayarak göstermişti. Amerika’dan gelmek, kitleler nezdinde inandırıcılığı daha mı arttırıyordu? İngilizce aksanlı Türkçe ile yanıtlanıyordu sorular. Halbuki bugün olsa, o doktorumuzun kanalları teker teker dolaşmasına gerek kalmayacak, X’den bir mesaj sarkıtacak ve bütün medya onu konuşacaktı. Zor yıllarmış medyatik doktorlar için değil mi? Tıpkı hepimizin “ya cep telefonu yokken ne kadar zormuş hayat” demesi gibi, tasavvuru zormuş bu çeşit doktorlar için. Konuya dönersek; ayrıca bu 200 defa/yıl seks için gerekli yakıtın ne olduğunu da söylemişti… Daha ne denilebilir ki? Bilimum kuru yemişler... Diğer bazıları da tekrarlamışlardı bunu. Öyle ki fındığın satışını arttıran “aganigi, naganigi” reklamının kulağa imalı gelen bir tarafının halk nezdinde de karşılığı olduğu, satış rakamlarından anlaşılmışmış. O tarihlerde bir başka “ünlü doktor” da koroner baypas ameliyatı yaptığı hastalarına Ağrı dağına meydan okuması için taktik veriyor ve bunu medyada dile getiren sunumlar yapıyordu. Bir diğer ünlü doktor, kilo vermesi için insanları aç şekilde koşturarak, genç bir kızın trajik şekilde “ölümüne neden olmak” iddiasıyla soruşturulmaya başlanıyordu. Yüz yıl yaşamanın sırları ise bir başka doktor tarafından dile getiriliyordu. Herkes bir yerinden tutmuş olduğu bu pastada, en “ilginç” olma yarışını, bugünün “like”ı ile eşleştirmeye çalışıyormuş meğer. Ne büyük metamorfoz ki, öngörebilmişiz yani…  Tabi o yıllarda televizyon ve gazete sayfalarında poz verilerek, kanallarda ana haber bültenlerinde haber konusu olunarak satış ve izlenme oranları arttırılmaya çalışılıyordu; -ki “like edin” ile aynı şeymiş. 

Birçok meyve ve sebzelerin en bilinmedik yararları sürekli sıralanıyordu. Ancak bu kadar majör çeşitlilik içinde, ilkel insanlığımın bir parçası olan “refleks”im, benim ilgimi, “uzun yaşamak istiyorsanız, aynı eşle yılda en az 200 kez seks yapın” diyen doktor Mehmet Öz’e yöneltmişti. O da benim gibi bir kalp cerrahıydı ve Amerika’dan gelmiş olması nedeniyle, yılda 200 kere aynı partnerle seks yapmanın sırrının ne olduğu konusunu merak ediyordum. Ben, O’nun “ağzından çıkacaklara” odaklanmıştım. Süpermenin ofis halindeki yüzü ekranlardan eksik olmuyordu ve sempatik görünüyordu. Gelin görün ki, bunun enerji tedariği konusundaki sırrının kuruyemişe dayandırılan bir tarafının olduğu medyada yer bulunca, sonuç olarak benim için net bir reçetesinin olmadığını anladım ama halk benim gibi düşünmüyordu. Herkes mesajı almıştı; ben de almıştım. Ancak yine de pratiğe uymayan bir teori vardı ortada. Her şeye rağmen uzun yaşamın sırrına erişilmeli ve yılda 200 kere seksi aynı partner ile gerçekleştirebilen sadık bir uzun yaşayan olmalıydık. Ben de muhtemelen diğer bütün insanlar gibi hesaba kafayı taktığımdan, yılda “en az” 200 kere seks yapmanın matematiksel olarak mümkün olduğunu ama yaşlanan, fiziksel kapasitesi düşen, tartışan, kavga eden, sosyal ve ekonomik kaygıları olan bir insanın nasıl olup da, partnerlerden birinin her ay adet kanaması, grip veya ishal olunması, misafirlerin gelmesi, yas tutulması ve insana dair her bir enstantanenin işin içinde olduğu bir durumda -hadi ilk bir kaç yıl geçilince- yılda 200 kere aynı partner ile seks yapmanın imkansızlığı, sadece benim farkında olduğum bir şey miydi? Yani demek oluyor ki yaklaşık 43 saatte bir kez aynı partner ile seks yapılması hadisesi vardı… Bu arada Ağrı dağına tırmandırılmaya çalışılan kalp ameliyatlı hastalar konusu da oldukça ilgi çekiyordu. Yarış kızışıyordu ama sosyal medyasız… Konu dağılımı adil değildi ve ayrıca difüzyon kat sayısı daha düşük zamanlardı. Kilo verilmesi için tuhaf reçeteler de ayrı bir konuydu. Aç olarak insanları koşturmak vs.  Bundan başka zayıflama konusu da, memleketimizde değil ama Dr Mehmet Öz 2014 yılında Amerikan Senatosu’da zayıflama ilaçları ile ilgili bir konuda ABD senatosunun alt biriminde ifade verdi; ilaç olmayan bir ürünü övdüğü için okumanızı öneririm (bakınız 01 Temmuz 2014, T24 ). Tartışma içeriği oldukça sert. 

Emekleyerek başlayan ve maalesef günümüzde de devam eden bu rekabette bazı şeyler değişti. Sosyal medya sayesinde daha çok ses piyasaya çıktı. Sağlık konulu yayın yapan hesap sayısı artmakla birlikte, farklı bir şey söylemek adına en uç şeyleri söyleyerek etkileşim ve üye kasanlar, bilimsel normlara bağlı kalanların seslerini kısmakla kalmadılar onları bazen ilaç firmalarının “ajanlar”ı (!) olarak tanımladılar. Sarımsağa yenilseler iyiydi de o kadar çok gıda takviyeleri gündeme geldi ki tıp bilimine ve etiğine bağlı kalanların başı döndü. 

Sosyal medya, bilimsel normlara bağlı şekilde kullanılması şüphesiz insanların bilgilendirilmesi için iyi bir araç. Bazı konularda tartışmak da önemli. Ancak, su diyeti, kaya tuzu yedirilmesi, tansiyon ilaçları yerine sarımsağın konması, aşıya karşı olup kelle paçadan medet umulması, kalp hastalarına içeriği belirsiz bazı gıda takviyelerinin önerilmesi, D vitamini (D vitamini diye bir şey yok bu arada) çılgınlığı ve daha birçokları sosyal medyada yer buldu. Reklamlar ve reklamlar… Bilimsel bir şey söyleyenler, bir kısım “supplement tüketen fanatiklerce” sosyal medyada susturuldular. Tabip odalarının kovid dönemindeki aşı çağrıları, sosyal medyada bu insanlar tarafından bastırıldı. Rekabet öyle kızıştı ki sonunda en radikal ve en uç şeyleri söyleyenler daha çok yukarıya çıktılar ve öne geçtiler. 

Mehmet Öz

Şimdi o insanlardan biri, bu rekabette, en uç söylemlerin sahibi Dr. Canan Karatay, “bilimsel olmayan yöntemler” kullanmakla itham ediliyor. Bu mecra daha çok insanı soruşturur. Bir mağdur şikâyet eder ve soruşturulursunuz. Sorun inandırıcılıksa, Karatay da inandırıcıydı. En başlarda karbonhidratların insan sağlığına olan zararlarından bahsetmeye başlamıştı ve bu önemli bir söylemdi. Zamanla bu inandırıcılığı ve güveni çok farklı konularda dile getirerek öne geçti. Bazen kendi uzmanlık alanı dışına çıktı... Tıpkı Dr Mehmet Öz’ün kendi alanı dışındaki konulara değinmesi gibi... Meslektaşlarının uyarılarıyla dalga geçti. “Bilimsel makale” diye sunduğu şeyler, basit ve iyi kurgulanmamış çalışmalardı. Halk ona inanıyor. İnandırmak, söylediğinizin doğru olduğu manasına gelmiyor…  Böyle bir fenomenin oluşmasında ve onun bu aralar sorgulanmasında durup düşünmemiz gereken yerler var. Geçmişten günümüze değin küçük adımlarla başlayan bu fenomenolojik büyümenin ayak seslerini duyduğu halde gerektiğinde tartışmalarda bilimsel veriler doğrultusunda taraf olmayan sağlık otoritelerinin sorumluluğu yok mudur? Biz hekimlerin sorumluluğu yok mudur? Kendi sağlığı konusunda duyarlılık kasan halkın, bilim dışı söylemlere karşı duran bilim insanlarına sosyal medya üzerinden ağza alınmayacak düzeyde hakaret eden bir kısım insanların sorumluluğu yok mudur? Onu medyada konuk eden ve meslektaşlarını aşağılayan söylemlerine cevap hakkı vermeyen veya hatırlatmayan medyanın sorumluluğu yok mudur? 

Şimdi tekrar bir hatırlatma ile herkese 1 Temmuz 2014 tarihli Dr Mehmet Öz’ün Amerikan senatosundaki soru - cevap içeren özetlenmiş haberinin yeniden okumasını ve sonrada ülkemizde yaşanan bu soruşturmaya yeniden bakmasını öneriyorum.


Sami Gürkahraman, Dr

Kalp ve Damar Cerrahisi Uzmanı