Sait Fehmi Ağduk

20 Mayıs 2024

Umut Burnu’nun dibinde

Hedefime kilitlenmiş durumdayım, ille de Umut Burnu. Peki neden? Sivil toplum ve sanat projeleri yürütürken aleni sansür ve pek çok engel ile karşılaşmıştım. Diğer yandan iyi eğitimli arkadaşlarımız Türkiye’den göç etmeye başlamışlardı

İstemiyorum, istemiyorum Amerika’yı [i]

Afrika'nın Ucunda

Aslında hiç kimsenin Amerika’yı falan istediği yoktu. Kimseler bilmiyordu ki daha Amerika’yı, ne de ilerleyen yüzyıllarda dünya âlemin rüyalarını süsleyeceğini. O dünya âlem eski kıtaların sakinleri olan bizlerdik; Avrupa ve ben merkezci bizler. Kimimiz baharat kokan ticari yolların, kimimiz inançlarını yaymanın, kimimiz de düpedüz yeniliğin, değişimin peşindeydik. İşte beni onlar ilgilendiriyor, bazılarının boş diye adlandırdığı hayalleri doldurmanın ve merakını dindirmenin umudunu sırtlarında taşıyanlar. Kısacası hepimiz yolu-muzu, yönü-müzü bulmaya çalışıyoruz.

Ve güm, ve güm

Göğsümün içinde

Anne, bunun için yaptım tüm bunları

İstemiyorum, istemiyorum Amerika’yı

Ben bu atan yüreği istiyorum.[ii]

Çınar keşfetmiş. Günlerdir, haftalardır evde ve arabada “Et bam, et bam…” dinleniyor. O Ses Fransa[iii] yarışmasında finale kadar yükselip birinciliği kaptırsa da frankofon dünyanın kalbini güm güm çarptırmayı başaran Belçikalı siyah genç kadının adı Mentissa Aziza.[iv] Annesine, Amerikan rüyasının peşinden koşmadığını, her şeyi aslında şarkı söylemek için yaptığını, yüreğinin bunun için attığını söylerken rüyalarını süsleyen şehir Paris. İş “İstemiyorum Amerika’yı.” demekle bitse keşke. Ha Amerikan ha Parizyen düşler. Herkes olduğundan başka bir yerdeki mutluluğun peşinde değil mi? Çoğumuz hayatımızı iyi yönde değiştirmenin, daha huzurlu bir hayatın hayalini kurmuyor muyuz?

Umut Burnu'nun Ucunda

Ben de hayatımın iyi yönde değişmesini istiyordum. Gidişattan memnun değildim. Tıpkı o karikatürdeki gibi evrene mesaj yolladım. Pörtlek gözlü yeşil uzaylı, minnacık uçan dairesi ile yeryüzüne inmiş; iki elini göğsünün üzerinde umutla birleştirmiş kızıl saçlı genç kadına “Evrene olumlu mesaj göndermiş miydiniz?” diye soruyor; kadının “Evet” yanıtına da “Yedim ben onu” diye karşılık veriyor. Piramitlerin uzaylıların desteğiyle inşa edildiğine inanan Havva ile Âdem evlatlarına yakışır bir diyalog. Hayatımda öyle güzellikler olsun ki ben de yiyeyim, inanayım söylenenlere diye umut ediyorum, kandırılmak pahasına olsa bile.

İşte tüm bunları düşünürken yapmayı öğrenmeye yattığım ilk yemeğin yumurta kırmak değil tarhana çorbası karıştırmak olduğunu hatırlıyorum. Dur anlatacağım. Annem tarhanayı önce kavurur, suyunu yavaş yavaş yedirir, topaklanmaması için tahta ıspatula ile en dibinden yavaş yavaş karıştırmamı isterdi. Verilen küçük sorumluluğun sağladığı güven duygusu ile işimi epey ciddiye alır, ellerim yansa da asla şikâyet etmeden karıştırmaya devam ederdim. Nerede kalmıştık, hah, bir arkadaşım “Rutini kırmak, hayatını değiştirmek istiyorsan en basit işleri tersinden yap” demişti. “Mesela çayını ters yönde karıştır.” Çayımı şekersiz içtiğim için, yemekleri saatin ters yönünde karıştırmaya başladım ben de. Önceleri zorlandım tabii. Başka bir yerde de Alzheimer’ı yavaşlatmakla ilgili sudoku çözmek, piyano çalmak ya da sol elini kullanmak gibi öneriler okumuştum. Yemek yaparken sol elimi daha çok kullanmaya çaba gösterdim. Veee evren yedi bence, inandı benim değişim isteğime.

Hayatımda türlü çeşit işe başvurdum ve çok farklı işlerde çalıştım. İşe uygun CV hazırlamak neyse, insanın motivasyonunu solduran niyet mektubu yazmak bir nedir? Çorbaları tersten karıştırırken evrene mesajım: “Artık işler bana gelecek!” oldu. Ne üstenci, emir veren ne de yalvaran bir tonda, kararlılıkla: “Hem de öyle bir iş ki üzerime biçilmiş kaftan.”

Umut Burnu'nun ilerisinde foklar

Hayatevi’ni[v] bilen arkadaşlar hep ziyaret etmek istediklerini söylerler ama gelmek için çaba gösterenlerin sayısı azdır. İstemek yetmiyor, harekete geçmek gerekli. Çınar’ın çok sevdiği arkadaşlarından biri ailesini kaptı getirdi. Keyifli birkaç gün geçirdik, gezdik, tozduk. Gerçi tozmaktan çok çamura bulandık. Saflığın timsali nilüfer çiçekleri yaşamlarının özünü çamurun dibindeki köklerinden alırlar. Bir nevi bana da öyle oldu. Önce çamura saplandım, sonra sülfür kokulu ayaklarımı Ege’nin berrak sularında yıkarken konuklarımla hayatta ne yapıp ettiğimizden konuşmaya devam ettik.

Şaka! İş ayağıma mı gelmişti? Uzaylıların varlığına olduğu gibi nazara da inanan ve arkadaşla iş yapmanın acısını tatmış biri olarak epey düşündüm taşındım. Yaz bitti, sonbaharda birbirimizin sınırlarına saygı duyacağımız minvalli, nezaket dolu bir konuşmanın ardından kontrat imzaladık. Neredeyse tamamı sadece Portekizce konuşan yirmiye yakın çalışanla, dünyanın öbür yarım küresinde, Fransızca bilmenin psikolojik desteğiyle harika bir iş çıkardık.

Ancak bu yazı Mozambik ile ilgili değil. Hint Okyanusu’nun ılık kumlarından ılık sularına -hava şurup gibiydi- atlayıp deniz kabuğu toplamaktan, Gorongosa Doğal Parkı’nda safariye; devasa baobap ormanlarına gökyüzünden hayran hayran bakmaktan, Nampula’nın garip coğrafyasında ürkütücü günler geçirmeye kadar sana anlatacak bir sürü anı biriktirdim. Tüm bunlar bir sonraki yazının konusu. Bugün, Mozambik’ten dönüş yolunda sadece sekiz saat geçirme fırsatı bulduğum Umut Burnu’nda yaşadıklarımı paylaşacağım seninle. Çünkü değişimin eşiğindeyim ve olup biteni ifade etmek için en doğru yer belki de Umut Burnu’nun dibi.

Yavru makak annesinin kucağında

Sadece, tarhananın ıspatulasını saatin ters yönünde çevirerek, kendimi lavabonun suyunun -kuzey yarım kürede yaşayan bizlere göre- ters yönde boşaldığı güney yarım kürede bulduğumu söylesem bile; sen de ben de biliyoruz ki işin özü karar vermekte. Karar vermek en sağduyulu iş gibi görünse de belki de en çılgın, en girişimci duruşu her insanın. Qatar Havayolları’nın sabahın altısında Maputo’dan kalkan uçağı üç saat sonra hem de hiç rötar yapmadan Cape Town’a indi. Akşamüzeri beşte tekrar havalimanında olup Doha’ya gidecek uçağıma yetişmeliydim. Dünyanın sonunu görmek için az zaman değil. İnsanların eski zamanlarda denizlerin sona erip gayya kuyusuna boşaldığına inandıkları sınır için dopdolu sekiz saat.

Tayfalar hâlâ isyanın eşiğindeydi. Önlerindeki bilinmezden korkuyorlardı ve daha fazla ilerlemeyeceklerini bildirdiler. Bunun üzerine Dias, Hint Okyanusu'nun tam başladığı yerde, gemilerini döndürmek zorunda kaldı. Dönüş yolculuğu esnasında, Dias ve adamları, Afrika’nın en güneyinde yer alan burnu gördüler. Dias buraya "Fırtınalar Burnu" adını verdi fakat memlekete döndüklerinde kral, bunun önemli bir geçit olduğunun ve uzun zamandan beri araştırılan Hindistan deniz yolunun kapısı olduğunun herkesçe bilinmesi amacıyla oraya, "Ümit Burnu" adını verecekti.[vi]

Büyük oğluna Umut adını vermiş birisi olarak yazının devamında elbette Ümit Burnu diyecek halim yok. Burnun orijinal adı tam olarak: Cabo da Boa Esperança, yani İyi Umut Burnu. Laiklikle yıkanmış Müslüman bir coğrafyadan bakınca bu adlandırmanın ağır dini göndermesini anlamak mümkün değil. Umut diye çevirdiğimiz Esperança, Hristiyanlığın üç temel erdeminden biri. Adeta tevekkül dolu bir umut etme hali. Boş umut değil, Tanrı’ya havale edildiği için sonucun İYİ olacağına güvenin tam olduğu bir inanma durumu. Portekiz Kralı II. João baharat üzerinden salt bir zenginleşme peşinde değil, aynı zamanda Papa’nın ileride fethedilecek her bir karış toprağın Hristiyanlaştırılması ateşiyle yanıp tutuşmasına tam destek veriyor.

Antiloplar

“Burnun orijinal adı tam olarak…” diye başlayan bir cümle kurmuştum ya. İşin aslı öyle değilmiş. Burnun en en orijinal adı: //Hui !Gaeb. Yerli Khoi dilinde “bulutların toplandığı yer” anlamına geliyor. Cape Yarımadası’nın ortasında yer alan ve Cape Town’ın sırtını dayadığı Masa Dağı'nın[vii] günün farklı saatlerinde bulutlarla hemhâl oluşu durumunu birebir açıklıyor. Tam da bu bulutlar yüzünden ne yazık ki Masa Dağı’na çıkan teleferiğe binemedim.

Hadi gel gezimize başlayalım. Maputo’dan Ankara’ya gidecek olan bavullarımın sorumluluğunu Qatar Havayolları’na teslim edip, elimi kolumu sallaya sallaya havalimanından çıktım. Güney Afrika, Türkiye vatandaşlarından vize istemiyor, para talep etmeden damga basıyorlar pasaportuna o kadar. Alex Ngouapindi Mboumba, dış hatların kapısında bekliyor. Akıcı İngilizce ve Fransızca konuşan rehberimle hemen yola çıkıyoruz. Cape Town’ı gezecek vakit yok. Zaten hedefime kilitlenmiş durumdayım, ille de Umut Burnu. Peki neden?

Fransa’ya okumaya gittiğimde televizyon izlerken en çok dikkatimi çeken dünya haberleri olmuştu. Çocukluğunun tamamı ve gençliğinin büyük kısmında bilmem kaç teröristin ölü olarak ele geçirildiği baş haberlerden ötesini bilmeyen, 32. Gün programını dünya haberciliğinin sekizinci harikası sanan toy bir delikanlı için inanılmaz bir durum. Sıradan bir Fransız vatandaşı, sıradan haber programlarında dünyada olup bitenlere ilişkin bilgi edinebiliyor. Fransa’nın, bize okullarda güya özgürleştikleri söylenen sömürgeleri ile ilişkilerinin gayet sıkı bir şekilde devam ettiği aşikâr. Batı Avrupa ülkeleri, sömürgelerini asla rahat bırakmamış, farklı demokratik kisveler, daha sofistike düzenlemeler altında söğüşlemeye devam ediyor. Okullarda öğretilen resmî tarihin ötesinde daha büyük bir dünya ve karmaşık ilişkiler söz konusu.

Resmî tarih, hâkim sınıfların bilinmesini isteği tarihtir. Tarihin, geçmişte yaşanmış olanın iktidar sahiplerinin ihtiyaçları doğrultusunda kurgulanmış versiyonudur. Bu amaçla toplumsal bellek [hafıza-ı enâm] yok edilmek, toplum hafıza kaybına uğratılmak istenir.  Fakat, resmî tarih oluşturmak bir başına amaç değildir.

Asıl amaç 'resmî ideoloji' oluşturmaktır. Velhasıl, resmî ideoloji oluşturmak için resmî tarih oluşturmak, resmî tarih oluşturmak için de toplumun hafıza kaybına uğratılması, toplumsal belleğin [kolektif hafızanın] yok edilmesi, bozulması, tahrif edilmesi, bugünün egemenlerinin ihtiyacına uygun bir bellek imal edilmesiyle mümkün oluyor.[viii]

1453 yılında Fatih Sultan Mehmet sanki Konstantinapolis’i değil de Amerika’yı keşfetmişti. Bize öyle bir tarih anlatımı uygun görülmüştü ki ilki ikincisinin keşfinden karşılaştırılamayacak kadar daha önemli idi. Gerçi anlaşılabilir bir durumdu, sadece Osmanlı’nın değil tüm İslam aleminin yüzlerce yıllık düşleri gerçek olmuştu. Diğerleri ise Hindistan’ı ararken Amerika’yı yanlışlıkla bulmuşlardı. O kadar basit miydi peki? Avrupa kıtasının güneybatı ucuna sıkışmış Portekiz ve İspanya kaplarına sığamıyordu. Hollanda, İngiltere ve Fransa’nin durumu ise bambaşka yazıların konusu. Papa onları şimdilik ötelemişti.

Kıyıya vurmuş dev yosunlar

Henrique, kardeşleri Duarte ve Pedro ile birlikte sarayda yetişip eğitim gördü. Viseu Dükü ve Covilha Lordu oldu. Genç, yaşta, ülkesi için, Kuzey Afrika'daki Müslümanlara karşı savaştı. Fakat 1419'da saraydan çekildi ve Portekiz'in en güney vilayeti Algarve’a vali oldu. Orada, Sagres' in kayalık sarp burnunda, Atlantik’in dev dalgalarının aşağıdaki kayaların durmaksızın dövdüğü Portekiz'in en güneybatısındaki burunda, meşhur Henrique Denizcilik Okulu'nu kurdu. Bilinen dünyanın önde gelen haritacılarını, gökbilimcilerini, coğrafyacılarını, zanaatkârlarını ve denizcilerini emrinde çalışmaları için getirtti.[ix]

İşte bu zihniyet, 1418’den 1456 yılına kadar Madeira, Azor ve Kanarya Adaları dahil Afrika’nın tüm Atlantik kıyılarını keşfetti ve fethetti. Olay orada bitmedi. Osmanlı Konstantiniye civarında yani eski kıtaların arasında takıladursun, gemisini alan Üsküdar’ı geçmişti. Akdeniz’in gemileri okyanusa çıkacak ligde değillerdi. Biz meseleleri milletçe kişisel alırız, oysa durum sadece Osmanlı’yı ilgilendirmiyordu.

1499' da … Lizbon'daki Kral Manuel'in sarayından dehşet verici haberler Venedik'e ulaştı. Portekizli bir kaptan, Vasco da Gama, Afrika'nın güney ucunu dolaşarak Hindistan'a gitmiş ve geri gelmişti. Bu felaketin tüm ağırlıyla Venedikliler’in zihinlerine işlemesi yıllar aldı. Ne de olsa başka bir Portekizli, Bartolomeu Dias da Umut Burnu'nu çoktan dolaşmıştı. Ama Rialto'daki daha uzak görüşlü adamlar Hindistan'a ve oradan da gerisin geriye yapılan başarılı bir yolculuğun kendilerinin yıkımı olacağını görebiliyorlardı. Bu olay Venedik'in küresel ticaretteki üstünlüğünün sonu demekti.[x]

Eski dünya Akdeniz Çanağı’ndan taşmıştı. İlkokulda sınıf duvarının tavana yakın kısmında çağları gösteren ince uzun bir tablo olurdu. Yeni çağ bizde İstanbul’un Fethi ile başlar Fransız İhtilali ile biterdi. Oysa Batı dünyasında yeni çağ Amerika’nın keşfi ile başlatılıyordu. Bu hepimize haksızlık gibi gelirdi, İstanbul’u fethimizi hazmedemeyen Bizans ile saz arkadaşlarının saf kıskançlığı. Kaldı ki o zamanlar çağların ayrımının Avrupa merkezli bir şekilde yapıldığını da bilmezdik. İran, Çin, Hindistan ve hatta Mısır gibi neredeyse kesintisiz şekilde yüzyılları devirmiş medeniyetlerin bambaşka çağ dönümlerine sahip olduğundan, paralel tarih okumalarından falan hiç haberimiz yoktu. Yüzü batıya dönük bebelerdik hepimiz, bir adım sonrası da Amerikan rüyası… Sağın solun karşılaştırmalı hayallerini hiç karıştırmıyorum bile.

Hedefime kilitlenmiş durumdayım, ille de Umut Burnu. Peki neden? Sivil toplum ve sanat projeleri yürütürken aleni sansür ve pek çok engel ile karşılaşmıştım. Diğer yandan iyi eğitimli arkadaşlarımız Türkiye’den göç etmeye başlamışlardı. Kafalar karışıktı. Ülkem daha boğucu bir yer olmuş, türlü çeşit hikayelerle gerçekler birbirine karışmış, ben de ufkumu genişletmek ihtiyacı ile yanıp tutuşuyordum. 2017 yılında Avrupa’nın en batı ucunda yer alan Cabo da Roca’yı ziyaret etmiş, akabinde hayatımın yönünü değiştirmiştim.[xi] Şimdi yeni bir arayış içindeydim, bir şeyler daha da çok değişsin istiyordum. İşte böyle zamanlarda geniş bir ufka bakmak bana çok iyi gelir. İki devasa okyanusun kucaklaştığı İyi Umut Burnu’ndan daha geniş bir ufuk olabilir miydi?

Solmaya yüz tutmuş çiçekler

Alex’in arabasına atladık. Havaalanını arkamıza aldığımızda otoyolun sağında kalan devasa gecekondu şehrinin dikkatimi çekmemesi mümkün değildi. Güney Afrika denilince akla ilk gelen elbette Nelson Mandela ve siyahların yüz yıllar süren bağımsızlık mücadelesiydi. Tam da bu nedenle, Mozambik’ten Türkiye’ye dönüş güzergâhımı seçmekte çok zorlanmıştım. Johannesburg üzerinden Apartheid Müzesi’ni ziyaret etmek mi, Cape Town üzerinden Umut Burnu’nu keşfetmek mi? Uçuş saatlerim her iki güzergâhtan da geçmeme izin veriyordu. Ancak Johannesburg’daki bekleme saatlerinde Apartheid Müzesi kapalıydı. Karar kendiliğinden verilmiş oldu. Bir de ne yalan söyleyeyim zor coğrafyanın çocuğu olarak başka bir zor coğrafya deneyimine ne ihtiyacım ne de katlanabilecek ruh halim vardı. Balkan-Kafkas-Ortadoğu şeytan üçgeni nefes almamıza hiçbir zaman izin vermezdi. Ben de buralara biraz olsun rahatlamak için gelmemiş miydim? Yine de kendimi soru sormaktan alıkoyamıyordum. Halbuki sus da etrafını izle. Alex merakımı hemencecik giderdi: “Dünya bizim bağımsızlığımızı kazandığımızı sanıyor oysa işin aslı öyle değil. Hâlâ İngiltere ile aramızda çok öncesinde imzalanmış öyle anlaşmalar ve bunların o kadar karmaşık ayrıntıları var ki, elimizi kolumuzu bağlıyorlar.”

Cape Town, dünyanın en güzel ve en çirkin şehri İstanbul’un tezatlarını aratmıyordu. Büyüleyici güzellikteki bu şehrin beyaz insanları, gece güvenli bir uyku çekmek için kendilerini elektrik verilmiş tel örgülü duvarlar ve demir parmaklıkların ardına kilitliyorlardı. Oysa ben hem Orta Doğu’yu hem de Güney Afrika’yı ardımda bırakmak, sadece Afrika’nın sonuna ulaşmak istiyordum. Yanıtlanması gereken sorular, rahatlatılması gereken yürekler vardı.

Doğu yönündeki Masa Dağı’nı sağımızda bırakıp Cape Yarımadası’ndan güneye doğru inmeye başladık. Alex’in gözünde, sekiz saatini havalimanındansa parasına kıyıp şehri gezerek geçirmek isteyen sıradan bir turisttim. Onun da akşama yetişmesi gereken bir düğün vardı, zamanlama işine gelmişti. Kısa zamana olabildiğince çok şeyi sığdırmaya çalışıyorduk. İnsan farklı olanı heybesindekilerle karşılaştırarak algılamaya çalışıyor. Bildiğim en yakın örnek elbette Ege Bölgesi ve Denizi idi. Bitki örtüsü bodur olmasına karşın makiden farklıydı. Ortalıkta ağaç yoktu. Atlantik Okyanusu daha önce Portekiz’de gördüğüm aynı okyanus değildi kesinlikle. Sisi ve pusunu dibinde taşıyan bu deniz, “bulutların toplandığı yer” adını sonuna kadar hak ediyordu. Hava her an değişecekmiş gibi insanı tetikte tutuyordu. Yoksa tetikte olmamın nedeni zaman kısıtlılığım mıydı?

Kaçmaya hazırlanan antiloplar

Cape Yarımadası’nın neredeyse tamamı Masa Dağı Doğa Parkı’na ev sahipliği yapıyordu. Yolumuzun başında Güney Afrika şaraplarının üretildiği çeşit çeşit bağ vardı. Hedonist Fehmi’yi geride bırakıp parka girince işler değişti. Alex bana olabildiğince çok bitki ve hayvan türünü tanıtmak istiyor, ha bire flora ve faunadan söz açıyordu. Açıkçası daha Mozambik’te safarilerin en güzeline yeni katılmıştım ve etraftaki makaklar ve toynaklılar özellikle ilgimi çekmiyordu. Coğrafyanın genişliği, görüş alanının alabildiğine uzanıp okyanusla birleşip sonsuza doğru ilerlemesi bana yetip artıyordu. Başka hiçbir şeye ihtiyacım yoktu. Tek arzuladığım bu açıklıktı.

Direksiyonu, iki yanı deniz olan yarımadanın en güney kıyısına doğru salladı. Aralık’ın on altısında hava muhteşemdi. Bahar yeni bitmiş, çoğu solmuş olan çiçekler dallarının üzerinden dökülmeye zaman bile bulamamışlardı. Gölgedeki tatlı serinlik güneş altındaki sıcaklığa yoldaşlık ediyordu. Arabadan indik. Ayaklarımı zemine basmak yetmedi, toprağı elledim. Her şey tanıdık ve bir o kadar da farklıydı. Uzaktaki antilop sürüsüne doğru yürümeye başladık. İlle de yakınlarına gidelim diye bir derdim yoktu. Kumsaldaki egzotik deniz kabukları çok daha fazla ilgimi çekmişti. Bunlarla Hayatevi için ne yapabilirim diye içimden geçirdim; bu geziyi hatırlatacak bir nesne, belki bir lamba ya da çerçeve. Aydınlanma ve çerçeveleme arasında kaldım. Sınır koymak, değiştirmek istediklerim arasındaydı elbette ama bunu bilgeliğe dayandırmak istiyordum.

 
Umut Burnu yolunda

Yarım yüzyıllık hayatımın dönümünde güney yarım küredeyim. Ne heyecan. İnsanı doğuran ana kıtanın ucunda, bir adım daha atsam dünyanın sonundan düşüverecek gibiyim. O zaman küresel ısınma ile bin bir tür çevre felaketinden sıyırabilir miyim? Uzun süredir hayallerimi yaslayabileceğim bir Amerikan rüyasından mahrum, gerçekten daha ne kadar kaçabilirim gerçeklerden. Çoraplarımı çıkardım, kumsalda yürüdüm, pek iyi geldi. Turkuaz hakkımızı saklı tutarak, mavi ve yeşilin bin bir tonuna saldım kendimi.

Doğa öylesinde dokunulmamış görünüyordu ki sanki çevresel sorunlar buraya asla uğramamış ve ulaşamayacaktı. Cennet olmasa da gibi bir yerdi. Oysa biraz ileride okyanus açıklarında bir sürü batık vardı. Afrika’nın denizleri, toprakları ve göklerini yağmalamak için gelen beyazların birlikte getirdikleri bulaşıcı hastalıklar yerli halkın çanına ot tıkamış, sonra da o çan siyah ırkı uzun yüzyıllar boyunca Pavlov’a[xii] emanet etmiş, Hristiyanlıktan geriye animizmin kırıntıları kalmıştı. Etrafta koşuşturan devekuşları bu gelgitlere bir kabare havası veriyordu. İçimde kıpır kıpır dinmeyen karmaşık bir coşkunluk… “Hadi” dedim Alex’e “Gidelim artık.”

Güney Afrika Penguenleri

Kısa bir süre sonra kendimi “CAPE OF GOOD HOPE – The Most South-Western Point of the African Continent”[xiii] tabelasının önünde sıraya girip fotoğraf çektirirken buldum. Aslında Afrika kıtasının en güneyi burası değil, Cabo das Agulhas yani İğneler Burnu. Atlantik ve Hint Okyanusları bu noktada birbirinden ayrılıyor ya da birbirlerine kavuşuyorlar. Ancak benim oraya gidecek vaktim ve takatim yoktu. Acilen değişmem gerekiyordu.

Daima değişiyoruz -istesek de istemesek de yaşlandıkça yaşlanıyoruz- ve sıklıkla değişme şeklimizi seçmek ve hatta tasarlamak istiyoruz. Artık mevsimsel değişimin yerini teknolojik değişim ve iklim değişikliği alıyor, ayrıca öngörülebilir bir gelecekte kapitalist dünya düzeninin alternatifi yokmuş gibi görünüyor, tüm bunların neticesinde tercih edilen ve hatta mümkün olan değişikliklere ilişkin algımız da değişiyor. Değişim; siyaset veya terapi yoluyla, din veya spor yoluyla, üretkenlik veya büyüme yoluyla, ilişkiler veya ilişkilerden uzak durma yoluyla, sanat veya bilim yoluyla aranabilir. Ama değişimin bir arzu nesnesi olduğu aşikârdır, gerçi asıl istenen değişim tercih edilen tipte gerçekleşecek bir değişimdir.[xiv]

Değişmenin bir arzu nesnesi olduğu gerçekten aşikâr mıydı? Yoga da yetmez aikido. Suşi de yetmez zuki. Milyon tane yemek programı aracılığıyla dünyanın en uç noktasındaki en ucubik tariflere ulaşabiliyor, ulaşamasak da ulaşanları takip edebiliyoruz. Artık gezmek yetmiyor, çünkü balta girmemiş ormanlara kadar giden Instagram fenomenleri ve yutubırlar bize her şeyi ama her şeyi gösteriyor. Ama ben gösterilmek değil kendim görmek, göstereceksem de hakikatin en yakınına kadar getirmek istiyorum seni. Biliyorum kendin gidip görmüş hissi veremez hiçbir yazı ya da görsel. Yine de okumak harikuladedir. Hayal ederiz, umut ederiz… Canlandırır can veririz satırlara ve fotoğraflara…

Cape of Good Hope tabelasının önünde fotoğraf çekilip turistik listeye çarpı atıldı. Okyanus’a doğru yürümeye başladım. Deniz çekilmiş, renkli taşlarla kayalar su yüzeyine çıkmıştı. Aralarında ışık oyunları yaparak parlayan kahverengi dev yosunları aşıp, kaygan ve engebeli zeminde bileğimi burkmadan foklara doğru ilerlemeye çalışıyorum. Türkiye’den bir arkadaşlarını ziyarete gelmiş baba ve kızları ile sohbet ettik. Gezgin olduğumu zannettiler, imrendiler. Yok öyle bir şey, işten arta kalan zamanın yağını çıkarıyorum. Hatta ara ara, eğer arabanın lastiği patlar da uçağıma yetişemezsem falan türünde kaygılar yaşıyorum. Oysa dünyanın ucunda meditatif hallerdi aradığım.

Dünyanın Sonu

Tabelayı denizin kıyısına yerleştirmişlerse de en uç nokta burası değil. Tepede bir deniz feneri var, hedef orası. Arabayla belli bir yere kadar çıktıktan sonra ya yürüyecek ya da fünikülere bineceksin. Tıngır mıngır… birazdan tepedeyim, aşağı yukarı yüz basamak sonra da deniz fenerinin dibinde. “O kadar turistin arasında nasıl olur da yapayalnız hisseder insan kendini. Tek kelimeyle büyüleyici. Geldiğime değmiş” diye iç geçirirken. “Tamam hadi verin sizi de çekeyim. Oldu hadi bir de siz beni çekin” falan filan…

Şalteri kapattım. Güneye, dünyadan aşağıya doğru dümdüz yüzersem tam karşımda Antarktika. Yeni arzu nesnem! Herkes olduğundan başka bir yerdeki mutluluğun peşinde değil miydi? Çoğumuz hayatımızı İYİ yönde değiştirmenin, daha huzurlu bir hayatın hayalini kurmuyor muyduk? Oldu mu sana Antarktika Rüyası.

 

Ve güm, ve güm

Göğsümün içinde

Anne, bunun için yaptım tüm bunları

İstemiyorum, istemiyorum Antarktika’yı

Ben bu atan yüreği istiyorum.

 

Velhasıl gezmek güzel, ancak umut, burnunun dibinde, öyle uzaklarda değil.

Burada yollar ikiye ayrılıyor. Kiminiz yazılarımın uzun olduğunu söylüyor kiminiz de "Keşke orada bırakmasaydın daha fazla anlatsaydın." diyor. Seçim senin. Gönül rahatlığıyla burada durabilir ya da okumaya devam edebilirsin. Çünkü yazı tam bu noktada, kimimize göre biterken kimimize göre de vites değiştiriyor.

Dünyanın sonunda yalnızmışsın izlenimi vermek, özçekimine kimsenin gölgesinin düşmemesini sağlamak için bin bir takla atman gerekiyordu. Deniz fenerine sırtımı dönüp, mahşer yerini arkamda bıraktım. Kim bilir daha neleri bırakıp, yenilerini aceleyle bohçama sıkıştırdım.

Dünyanın Sonu 2

Çocukluğum bir körfezde geçti. Aramızda, aile denilen doğal limana sığınmanın sıcaklığının yanı sıra sarıp sarmalanmak için zaman zaman ödediğimiz bedelleri bilmeyen var mı? Merak ettin değil mi. “Kuzuuum, kim bilir neler yaşamış” mı dedin; yoksa doğrudan içine dönüp kendi yaşadıklarını mı sıraladı zihnin hiç vakit kaybetmeden. Belki de bir karışım…

Güney yarım kürede olmak insanı allak bullak ediyor. Oysa kendi yarım küremizdeyken dünyanın toparlak olduğunu aklımızdan bile geçirmiyoruz. Buradaysa kendimi sürekli ekvator ve Güney Kutbu’na göre konumlandırma ve ha bire Dıgıl Meks’e[xv] bakma ihtiyacı duyuyorum. Yıldızlar bile yollarını şaşırmış. Sırtımı Umut Burnu’na verip kuzeye doğru ilerledim demeye dillim varmıyor. Çünkü kuzeyden önce arada kocaman bir ekvator kemeri var. Alışık olduğum düzen o kadar uzakta ki, aldatıcı zihnim bütün bir küreyi kat edip de gezegenin kuzeyine varamıyor.

İnsanlardan uzaklaşıp sırtımı fenere ve dünyanın sonuna verecek şekilde büyükçe bir kayanın üzerine tünedim. Karşıma aldığım False Körfezi ve ardında bütün Afrika, Avrupa ve Asya ile eski dünya emrime amade. Üç yüzyıl önce, Hindistan tarafından ülkelerine dönen Avrupalı denizciler, her seferinde körfezin doğu ucundaki Hangklip Burnu ile Umut Burnu’nu birbirine karıştırdıkları için körfeze hatalı, yanlış ya da sahte anlamına gelen False adını uygun görmüşler. Önümde dünya sahnesi, sahte bir körfez ve Süveyş Kanalı’nı saymazsak aslında hiçbir denizden geçmeden her yanına ulaşabileceğin tek bir kıta: Avrasyafrika ya da Afrikasyavrupa. Resmi tarihi önceliklerin nasıl buyuruyorsa, salla gitsin, öyle sırala adını.

Umut Burnu'ndan Cape Yarımadası

Güzel ve çirkin sıfatlarını kullanmak basittir. Burası basitçe çok güzel. Çocukluk körfezime hiç benzemiyor, öncelikle mis gibi kokuyor, iki kolunu okyanusa fütursuzca açmış, geniş. Turistik sesler hayli geride kaldı, nabzım yavaşladı. Hafif rüzgâr ılık güneşi alaşımına katarak tüm bedenimi yalayıp geçiyor da ahhh o beynim, bir dursa, bir es verse…

İslamiyet kendi rönesansını 10. ve 11. Yüzyıllarda, Antikçağ biliminin yeniden canlanmasıyla ve yeni bilim anlayışının yaratılıp yaşatılmasıyla yaşadı. Avrupa’ya özgü Rönesans, İslam topraklarında hemen hiçbir etki yaratmadı ve Türk tarihçi Adnan Adıvar’ın sözleriyle, "Bilimsel akım ilahiyat ve fıkhın setlerine çarpıp dağıldı.” İslam Dünyası 15. ve 16. yüzyıllarda Rönesans'ın yüzünü görmediği gibi bir Reform hareketi de yaşamadı.

Bununla birlikte İslamiyet olağanüstü gücünü korudu ve Akdeniz'in her iki ucunda Avrupa’ya karşı koymaya devam etti. Türklerin 1453'te Konstantinopolis'i ele geçirmesi Doğu Hristiyan âlemine mahvedici bir darbe indirdi ve Batı için büyük bir tehdit yarattı. 1478’e gelindiğinde Yunan, Arnavut, Romen ve Güney Slav toprakları Türklerin yönetimindeydi ve Türk akıncı güçleri Venedik'in dış mahallelerine kadar ulaşmıştı. Türkler 1480’de Otranto’yu alarak İtalya’da bir dayanak noktası elde ettiler. İspanyollar’ın Gırnata’yı fethetmesi büyük bir zaferdi ve Avrupa’nın güneybatısının kurtarılmasında belirleyici bir rol oynadı. Ne var ki Hristiyan âlemi ile İslamiyet arasındaki daha geniş cepheleşmede kesin bir sonuç getirmedi. Avrupa’nın güneydoğusunda Müslüman tehdidi sürdü ve hatta daha da büyüdü; ancak iki yüzyıl sonra, Türklerin Viyana önlerinden son geri çekilisiyle ortadan kalktı.[xvi]

Ülkeme, dünyanın en uzak ucunda, kendisini sahte bir körfez koltuğuna yatırarak psikanaliz yapmaya cüret edebileceğimi kim tahmin edebilirdi? Hiç kurcalama, tam istediğim gibi bir cümle oldu. O geniş ufka mı ulaşmıştım yoksa? Dünya mükemmel bir küreye dönüşmüş, kendisine uzaydan ve her açıdan bakabiliyor gibiydim. Panama, Bering, Cebelitarık, Süveyş ve bizim boğazlar, dünyanın tüm kıtaları ve yedi okyanus bir bütün oldular. Marşlar çalmaya başladı. Yaşasın 19 Mayıs.

Umut Burnu'nda Doğa

Arka planda televizyon konuşuyor: “…Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zapt edilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir…”

Annem anneanneme, radyo ise internete dönüşmüş; kendisine WhatsApp’ten gelen mesajı yüksek sesle okuyor. Artık her şeyi yüksek sesle okuyor; cümle alem, tabii en çok da kendisi duysun diye. Duymak isteyene! Liste uzun, özelleştirilme adı altında nelerin satıldığını tek tek ilan ediyor. Limanlar, fabrikalar, vs… O satışlardan elde edilen gelirlerle ülkem için neler yapılabilirmiş, efendim bilmem kaç tane Keban Barajı, en az o kadar boğaz köprüsü…

Geldik mi yine boğazlara. Anneannem de böyle yapardı. Döner dolaşır dünya kadar laf söyler ama konuyu başladığı yere bağlardı.

Princeton’dan meslektaşım Charles Issawi'nin, Domesday Book ile Osmanlı sicilleri arasında yaptığı bir karşılaştırma, Norman yönetimi altındaki İngiltere’de, Kanuni Sultan Süleyman dönemindeki merkezi Osmanlı topraklarına göre daha fazla değirmen bulunduğu yolundaki şaşırtıcı gerçeği ortaya koymaktadır.[xvii]

Gecekondu Şehri

Bu da yetmez. Türk Tarih Kurumu Yayınları gururla sunar: Güney Afrika’da Osmanlı Kültürel Mirası – Osmanlı İmparatorluğu’nun Afrika’nın Ucundaki İslam Mirası:

Güney Afrika-Osmanlı İlişkilerine Genel Bir Bakış: Yavuz Sultan Selim Han’ın 1517'de halifelik unvanını resmen imparatorluk bünyesine katmasıyla Afrika kıtasının hemen her sahasına İslami açıdan tesir etmiş olan Osmanlı uleması, ardında bırakmış olduğu muazzam tarihi mirasa rağmen günümüzde Türk fikir ve ilim dünyasının nazarı dikkatinden kaçmış ve buna binaen büyük ölçüde ihmal edilmiş bir konumdadır. Bu hususta tarihe mal olmuş Osmanlı münevverlerinin çalışmalarına Afrika ülkelerinin muhtelif yerel gazete arşivlerinde tesadüf etmek bu ihmalkârlığı bir başka boyutta gözler önüne sermektedir.

Anneannem seslenir: “Feeemi radyonun sesini aç bak kim çalıyor.”

 

Peki peki anladık

Sen neymişsin be abi!

Peki peki anladık

Her şeyden sen anlarsın

Peki peki anladık

Her şeyi sen bilirsin

 

Demek ki neymiş, Güney Afrika ufku öyle hızla genişletiyormuş ki, başın dönüyor, zihnin bulanıklaşıyor, hayaller görmeye başlıyormuşsun ve bir anda gözlerin açılıyormuş. Garip bir kıta. Araca bindik, False Körfezi’nin batı kıyısından Cape Town’a doğru dönüş yoluna geçtik. Düzenli sokaklar, muhteşem villalar arasından smokinli uçmayan kuşlar diyarına vardık. Elbette kızgınım. Şak bi selfi at bi post: “Simon’s Town şahane. En güzel zort kokteylini burada içtim. Bilmem ne butik oteline bayıldım. Ahhh o şirin penguenler yok mu, hepsini yiyesim geldi.” Hoooppp gelsin on bin takipçi. Afrika tırnaktan tepeye yalan. Biz de yalanseverler. İnsanlığın tüm dünyaya yayıldığı en eski kıta; Sahtekâr Körfezi’nden Süveyş Kapanı’na kadar bir Güzel ve Çirkin hikayesi.

Gecekondu Şehri 2

Öyleyse bir dahaki buluşmamıza kadar seni Ajda ile baş başa bırakıyorum. Anneanne huzur içinde uyu, senin yokluğunda güneşin altında yeni bir şey yok. Bak açtım radyonun sesini de:

 

Aynı sözler söylediğin hep boş sözler

Sana nasıl anlatsam bilmem ki

Kolay sözler

Bu her günkü sudan sözler boş vaatler

Artık bitsin sus hiç konuşma

Anlamam kendini hiç yorma

Belki tatlı tatlı bu yalanlar

Gül kokan rüzgârla nasıl geçermiş gelecek yıllar

Yere iner mi gökteki yıldızlar

Dinleyemem bunlar hep boş laflar

Aşk bitince sözler neye yarar

 

Palavra palavra palavra

Palavra palavra palavra

Palavra palavra palavra

Palavra palavra palavra palavra palavra

Hepsi palavra inanmam sana

 

Ve güm, ve güm

Göğsümün içinde

Anneanne, bunun için yaptım tüm bunları

İstemiyorum, istemiyorum Afrika’yı

Ben bu atan yüreği istiyorum.

 

Ya sen? Evet evet sen. Anneanneme değil sana soruyorum. Onun yanıtını biliyorum çünkü…

 
Arka planda Masa Dağı

Yazarın diğer yazıları için kişisel blogunu ve Instagram hesabını takip edebilirsiniz.


[i] Sözleri ve bestesi Vianney’e ait “Et Bam” isimli şarkıdan.

[ii] Et bam, et bam. / Dans la poitrine. / Maman, je l'ai fait pour ça. / Je veux pas, je veux pas l'Amérique. / Je veux ce cœur qui bat.

[iii] The Voice France

[iv] https://vimeo.com/671221436

[v] Çanakkale’nin küçük bir köyünde yıllar süren çaba sonunda bitirdiğimiz evimiz.

[vi] Dünyanın Çehresini Değiştiren Seyahatler. Peter Aughton, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, s.76

[vii] Tepesi gerçekten de bir masa gibi dümdüz.

[viii] https://bianet.org/yazi/neden-resmi-tarih-115476

[ix] Age s.66

[x] Bir Akdeniz Üçlemesi: Mayi Kıta 2. Kitap Venedik. Nicholas Woodsworth, Everest Yayınları, s.156

[xi] Portekiz’de Porto ve Lizbon’da geçen yazılar için bkz: hayatevi.org

[xii]Zihinlerimize Pavlov Testi olarak kazınan deney için bkz: https://tr.wikipedia.org/wiki/%C4%B0van_Pavlov

[xiii] İyi Umut Burnu – Afrika Kıtası’nın en Güney-Batı Ucu

[xiv] Değişmeyi İstemek Üzerine.Adam Phillips, Ayrıntı Yayınları, s.11

[xv] Çınar’ın çocukluğunda Google Maps’e taktığı isim.

[xvi] Çatışan Kültürler - Keşifler Çağında Hristiyanlar, Müslümanlar, Yahudiler. Bernard Lewis, Profil Kitap, s.35

[xvii] Age s.31