Sait Fehmi Ağduk

17 Ekim 2021

Hermann Hesse ile buluşma

Lugano'ya girdiğim anda büyülü bir tabela dikkatimi çekti: Hermann Hesse Evi! "Nasıl yani, Hermann Hesse'nin evi burada mıymış?"

İnsan öldüğünde bedeni hızla doğaya karışır,
Diğer bedeni; evi, anında mumyaya dönüşür!

-Kokolitus 

Kendi başıma gezmeye bayılırım, ama asla yalnız gezmem. Yanımda olmasını istediğim kişileri aklımdan geçirir; onları da aynı yerlere götürdüğümü hayal eder, onlarla birlikte dolanırım.

Lugano, Alpler'e çıkmak için sadece bir başlangıç noktasıydı; bir anda gezinin ikinci gözdesi oldu. Yıllar önce, Thomas Mann'ın Büyülü Dağ romanını okurken, olayın geçtiği sanatoryumu ziyaret etmeye karar vermiştim. İnternetten yaptığım araştırma sonucunda burasının bir otele dönüştürüldüğünü duyunca, "Bir gün muhakkak orada kalacağım." dedim içimden.

Nedenini o zaman bilmiyordum, Davos'ta bulunan bu sanatoryuma, pardon otele gitmek için uzun bir yol seçmiştim. Önce Lugano'ya gidecektim, çünkü beni Davos'a götürecek özel tren buradan kalkıyordu. Türkiye'den Lugano'ya gitmek için en kolay yollardan biri Milano Malpensa Havalimanı'na inip, önce Milano Centrale[i] yani merkez tren istasyonuna gidip oradan Lugano trenine binmek.

Ertesi sabah Bernina Express denilen, dağ taş tırmanabilen özel bir tren ile Alpler'in tepesine çıkacak, Davos'a ulaşacak ve sanatoryumuma kavuşacaktım. Ancak, Lugano'ya girdiğim anda büyülü bir tabela dikkatimi çekti: Hermann Hesse Evi!

"Nasıl yani, Hermann Hesse'nin evi burada mıymış?"

Yazarın bir sürü eserini solumuş, 2011 yılında Yapı Kredi Yayınları'ndan çıkmış, Bernhard Zeller tarafından kaleme alınmış Hermann Hesse biyografisini okumuştum, bu kitabın bir bölümü Montagnola'ya; Hesse'nin yaşamının yarısını geçirdiği kasabaya ayrılmıştı. Hadi o da yetmedi kısa bir süre önce "Klingsor'un Son Yazı" yani Hesse'nin Montagnola'da geçen ve orada kaleme aldığı otobiyografik diye anılan eserini okumuştum. Peki nasıl olur da Lugano, Montagnola, Hesse bağlantısını kaçırmıştım! 

Öğleden sonra olmuştu bile. Yetişebilecek miydim? Neyse ki Pazar günüydü, dünyanın her yerinde çoğu müzenin kapalı olduğu ve iş haftasının başlangıcı olan lanetli gün Pazartesi değil!

Bir anda her şey gözümde canlanmaya başladı. İlk defa gittiğim Lugano'da yalnız değildim, orası artık Klingsor'un son, benim de yeni hayatımın ilk yazının bir gününü geçirdiğim yer olacaktı. Dar yokuşlara tırmanıp, göl kıyısında yürürken ya da gölün karşı kıyısında yer alan kumarhanenin yakınından tekneyle geçerken, adeta Klingsor ile birlikte ilerliyorduk. Her yazar bir dünya yaratır, Hesse'nin yarattığı bana kendiminki gibi tanıdıktı.

Ara ki otobüs terminalini bulasın. Trenden inip, eşyalarımı otele atıp, geriye kalan yarım günümü iyi değerlendirmek için, bilmediğim sokaklarda koştura koştura ilerlerken gördüğüm Merkezi Otobüs Durağı, aradığım terminal değilmiş. Otelden terminal diye tarif ettikleri yerde ise kocaman bir iş merkezi vardı. Oğlumun "Dıgıl Meks" dediği Google Maps'i yurtdışında internet parası ödememek için açmamayı tercih ediyorum doğal olarak.


Sant'Abbondio Kilisesi

Pazar günü sokaklar epey boş. Karşılaştığım yaşlılar bildiğim bir lisanı konuşmuyor. Sonunda anladım ki terminal söz konusu binanın altına gizlenmiş, girişini bulmak bile mesele. Merdivenlerden indim, kimseler yok, yan yana dizilmiş bir sürü otobüs ve onlara arkadaşlık eden floresan lambalar. Klasik gezi sorusu: "Doğru yerde miyim?" Daha önce İsviçre'de hiç bulunmamış olsam da güvenim tam, burada toplu taşım araçları zamanında kalkar. Saat 17:03'te Lugano Autosilo Balestra'dan kalkacak otobüs saat 17:19'da Montagnola Bellevue'ye varacak, otobüsten inip azıcık yürüyecek 17:21'de Museo Hermann Hesse Montagnola'nın önünde olacağım. Öyle de oldu.

Otobüs gölden uzaklaşıp tepeye yaklaştıkça insanlar azalıyor, tek tük bir iki yaşlı. Güneşin cıvıl cıvıl aydınlattığı bir gece adeta, durgun… Gündüz baykuşları uzun uzun ağaçların ince ince dallarının arasına gizli saklı tünemişler. Bir anda solda beliren servi ağaçlarının iki yanındaki geniş yeşillik ve hepsinin ardında gizemli bir kilise. Bir muammaya gömülü Toskana. Yumuşak bir kadın sesi, derinden sesleniyor: "Geeel, geeel, geeel, buraya geeel!". Mutlaka geri dönmeliyim! Ama neden? Yoluma devam ediyorum.

Otobüsten, varmam gereken yerde indim. Önce değil. Her tarafa doğru Hermann Hesse imzalı işaret levhaları. Müthiş bir ortam yaratmışlar, sadece müzesi yok ki; Hermann'ın şusu, Hermann'ın busu. Bütüncül bakış başka türlü bir şey, yazarın yıllarca yaşadığı, birçok eser verdiği kasabada, onun yemek yediği restorandan, yürüdüğü yollara kadar her anı oklarla belirtilmiş, Hesse Rotası oluşturulmuş. Vakit olsa tam bir gün geçirilir burada. Benimki bir rastlantı ziyareti. Okların arasından sıyrılıp ana hedefim evin yolunu tuttum. Çocuklar gibi heyecanlıyım: "Hayatın bu sürprizini hak etmek için ne yaptım?" Bu soru her zaman başımıza kötü bir şey geldiğinde sorulacak değil ya. Birazdan, yürekten sevdiğim yazarın, Hermann'ın evine konuk olacağım.

Yüreğim pır pır ediyor. Öğleden sonra; hava az nemli, ılıktan sıcağa doğru yükseliyor. Şaşkınım, hazırlıksız yakalandım, öncesinde bir şeyler okumalıydım. Müzelerde en çok sevdiğim sesli rehber Almanca ve İtalyanca; konuşmadığım diller. Burası İsviçre'nin İtalyanca konuşulan bölgesi Ticino, ama tutum tipik Fransız "Biz kendi dilimizden başka dil konuşmuyoreee…"

Girişinde, Hermann'ın fotoğrafının durduğu, dar, üç katlı bir yapı, burası müze evi olmalı. Cephesi taş örülü giriş katının tam ortasında, üst kısmı yuvarlanmış kapı ve önünde yine taştan kalın ve geniş bir tırabzan. Onu aşmadan içeri giremiyorsun. Cephede, hem ikinci hem de üçüncü katta; giriş kapısının üst hizasında küçük balkonlu yüksek pencereler.

Bu bina aslında Hesse'nin evi değilmiş. Hesse, müzenin hemen yanında Lugano gölüne muhteşem bir manzarası olan Casa Camuzzi'nin üç odasını kiralayarak başlamış Montagnola'daki yaşamına. Casa Camuzzi'nin eski sahipleri yanlarındaki orta çağdan kalma kuleyi restore edip şu an müze olan neo-gotik yapının öncülüne dönüştürmüşler. Yani bu ev ince uzun yapısını tarihi kule geçmişine borçlu.


Hermann Hesse'nin çalışma odası

Ana kapıdan girdiğimizde bizi daracık müze dükkânı karşılıyor, çoğu Almanca ve İtalyanca olmak üzere farklı dillerde Hesse kitapları ve Hesse'nin yaptığı resimlerin röprodüksiyonları. Daracık ilk katı beyaza boyanmış tahtadan camlı bölme ayırıyor. Giriş katı olmasına karşın aydınlık. Binanın arkasına bir adımda varılıyor, yukarı çıkan merdivenin yanındaki geniş pencereden arka bahçe ve Casa Camuzzi görünüyor, ihtişamlı bir bina; özel mülkiyet olduğu için gezmek mümkün değil.

Merdiveni çıkar çıkmaz vardığınız küçük sofanın tam karşısındaki camekanda, Hesse'nin eski fotoğraflarından tanıdığım giysisi: kırık beyaz ya da krem, keten, bol ve rahat. Hemen soldaki odanın giriş kapısının üzerinde kocaman yuvarlak bir cam, hem sofaya hem de odaya bakıyor; iki taraftaki ışığı günün dönümüne göre birbirine paylaştırıyor. Camın önüne profilden yerleştirilmiş Hesse büstü ters ışıktan bakınca silüetini ortaya koyuyor. Evin en geniş ve yüksek tavanlı odasına Hesse'den bir sürü anı nesnesi yerleştirilmiş. Müzeler çok sıkıcı ve ölgün olabilirler; burası artık yaşamayan bir insanı hayata döndürüyor aksine.

Lise edebiyat öğretmenim, yazarların eserleriden parçaları; yaşam hikayelerini anlatmadan önce okutmazdı.  Nasıl bir hayatları olduğuna dair fikir edindikten sonra okunan yazılar, yine öğretmenin sağladığı ek bilgilerle, canlanıverirlerdi. Şimdi bu ev aynı işlevi görüyor, taş bina kanlı canlı, her yerden yaşam fışkırıyor.

…Eve dönmenin zamanıydı. Sallana sallana odasına girecek, balkon kapısından esen rüzgâr karşılayacaktı onu. Işığı açacak, taslaklarını çıkaracaktı. Bolca krom sarısı ve Çin mavisi olan orman içi taslağı iyiydi belki, bir gün bir resim doğardı bundan. Haydi öyleyse, zamanı gelmişti…[ii]

Önemli kimselerin yaşam sürdükleri mekanları korumak isteriz, anılarını devam ettirmek için. 

Anneannem öleli dokuz ay oldu. Evini henüz bozmadık. Bir kez ziyaret ettim. Her şey yerli yerinde gibi görünse, hatta toz alınmaya devam edilse bile, hayat elini eteğini çekmiş çoktan. Mobilyalar, porselenler, kristal avizeler kraliçe ile birlikte gömülmüşler, uykuya dalmışlar. Çamaşır makinesi aldırış etmemiş olup bitene, anneannem gitmiş gitmemiş umurunda değil, doğası gereği işine kaldığı yerden devam ediyor. Buzdolabı, namıdiğer firijider[iii] aralarında en hayırlı çıkan. Bir gün gelir de o soğuk sularından lıkır lıkır içer diye, sadık bir köpek gibi oturduğu yerde kalmış, tıngır mıngır çalışmaya devam ediyor.

Nesneler ve mekanlarla derin bağlar kuruyoruz. Kimisi bunun tek taraflı bir ilişki olduğunu iddia ededursun, ben aksine inanıyorum. Nesnelerle kopan bağlarımızı bazen kaldığı yerden başka bir insan yeniden kurabiliyor; anneannemin bir sürü giysisinin şimdi başkalarında can bulması gibi.

Çocukluğum… Kumaşlar alınır, bütün kadınlar evde toplanır, gündelikçi terziye diktirilirdi tayyör, döpiyes, yazlık, kışlık her türlü giysi. Anneannem kalın mantosunun yakasına sansar kürkünü dolar, geçtiği yol boyunca tüm mahalleyi parfüme boğardı.


Sant'Abbondio Mezarlığı'nın girişindeki anıtsal kapı

Tık, tık, tık…

Arkadan bakıldığında pek anlaşılmıyor, yetmiş seksen yaşlarında ince uzun görünümlü bir adam -ne kadar çok yaşlı insan var sokaklarda ya da ne kadar az insan var sokaklarda; olanların çoğu da ne kadar yaşlı- köşeyi döndü, kösele ayakkabılarının Arnavut kaldırımı döşenmiş yolda çıkardığı ses: tık, tık, tık… Eğer o ileri yaşında yürümeyi tercih ettiyse, ben de otobüs beklemektense göle doğru yavaş yavaş iner, yorulursam sonraki bir duraktan tekrar binerim diye düşündüm. Aklıma yeniden düştü, Hesse'nin evinde heyecandan unutmuştum. Aşağıda beni, Toskana manzarasına monte edilmiş bir kilise ve "Geeel, geeel, geeel, buraya geeel!" diye seslenen bir kadın gizemi beklemiyor muydu?

Hava ılık, fotoğraf çekmek için ideal ışık. Hiç acelem yok. Şu ihtiyarın ritmini kendime ölçüt aldım. Yılan gibi kıvrılan yokuşları yavaş yavaş inmeye başladık. O dönüyor köşeyi, ben arkasından. Hemen aşağıda sağda yeşil genişlik belirdi, arkasında muhteşem göl manzarası. Adam, kilisenin karşısında solda yer alan, arkasında güneşin batmak için alçaldığı anıtsal kapıdan geçti, ben de diğer yöndeki kiliseye yollandım.

Traktöre bağlı kocaman bir aparat, geniş alanı biçtikçe etrafa taptaze çim kokusu yayılıyor. Yeşilliğin tam ortasında kiliseye doğru uzanan dar bir hıyabandan[iv] kısa adımlarla ilerliyorum. Kiliseye ulaşma süremi, eve gitmek istemeyen çocuklar gibi çekiştire çekiştire uzatmak istiyordum. Yeter ki bugün bitmesin. Yazın en güzel yanı, aydınlığın geceye geç kavuşması değil midir? 

Saat altıda bile güçlü olan yaz ışığı kiliseyi dolduruyor. Hemen girişteki banka çöktüm. Sessizliği dinledim; vitraylardan sızan ışık huzmelerinin altında dinlendim. Açık olan arka kapıdan çıkınca boşlukta yalnız başına dikilen dar yassı çatı ile örtülü duvar ile karşı karşıya geldim; sanki bir geçit, içinden başka bir boyuta uzanacakmışsın. Alınlığında Romen rakamı ile beş yazıyor, demek başkaları da var. Etrafa bakınca diğerlerini de gördüm. Her birinde Hazreti İsa'nın hayatından bir bölüm anlatılan bu duvar resimleri kilisenin etrafını çevreliyor. Sonuncusu ya da belki ilki epey ileride beni kiliseye yönlendiren hıyabanın en başında, ana yolun hemen diğer tarafında.

Karşıdan karşıya geçtim. Yer çekimi bir birim arttı. Biraz önce, o aynı yaşlı adamın girdiği anıtsal kapı yavaş yavaş bana bana mı ilerliyordu, yoksa organik bir mıknatıs önce başımı, hemen ardından tüm bedenimi kapının ardındaki şapele doğru mu döndürüyordu. Kadının, hayal olamayacak kadar berrak sesi tekrar duyuldu:

Geeel, geeel, geeel, buraya geeel!

Yaşlı adam, benim kilisede olduğum sürede dışarı çıkmadıysa hala orada olmalıydı, ancak beni çağıran bir kadın sesiydi. Kafam karışmıştı.

Geçidin arkasındaki şapele doğru temkinli adımlarla ilerledim. Avuç içimi dolduran pirinç kapı kolunu aşağı doğru indirdim, kilitli. Geniş anahtar deliğinden bakmam ve geri çekilmem bir oldu. Tam ortada, kapağı açık tabutun içinde bir kadın yatıyordu. Böyle sahneleri daha önce Amerikan filmlerinde görmüştüm. Kapı kolunu tekrar aşağı indirmeyi denedim, ağır kapı hiç gıcırdamadan sonuna kadar açıldı. Kaçsam mı, dursam mı; kapıyı içeriden mi, dışarıdan mı kapasam.

Merak! Yaşlı kadınla burun burunayım. Olmamam gereken bir yerde. Bir kabahat işlemişim, birazdan yakalanacağım. İnsanların mahrem alanına girdim: "Seni yaramaz seni!"

Zzzz…

Kendini tekrarlayan bir ses. Bilmek istemiyorum, yok yok istiyorum. Tabutun hemen arkasında çalışan kapalı bir kutudan, sanırım bir vantilatörden üfürülen hava, bir boru aracılığıyla tabutun içerisine verilip cesedi serinletiyor.

BEN BU-RA-DA NE A-RI-YO-RUM?

Oturdum. Benimkinden kilometrelerce uzak bir ülkede yaşamış, hayat boyu karşılaşmadığım ve asla tanışamayacağım bu kadına, yaşamının diğer boyutunda huzur bulması için en güzel hislerimi yolladım. Belli ki kadıncağız yola çoktan çıkmış, hatta gideceği yere çoktaaan varmıştı. En fazla fondöten diye tanımlayabileceğim, yüzüne ve vücudunun görülen yerlerine kat kat sürülmüş; dünyalarımızı birbirinden keskin bir şekilde ayıran ince ve sonsuz tabaka.

Daha önce yine bir filmde gördüğüm ölü fotoğrafçılığı, post mortem geldi aklıma, acaba… Yok yok bunu yapamazdım, gerçekten hakkım yoktu, yapmadım da. Zaten iyice tırsmıştım.

Peki o ses. Yaşlı kadın o kadar ölüydü ki, beni çağıracak sesi nasıl çıkarabilirdi? Gerçi etraf ona yardımcı olabilecek, uzun süredir burada dinlenen arkadaşları ile doluydu. Üstüme sinir bozukluğu gülümsemesi geldi. Patlamadan, dışarı attım kendimi mezarlık şapelinden. Etraf her biri bir sanat eseri sayılabilecek mezar taş ve yapılarıyla çevriliydi. Şapelin etrafını çepeçevre gezdim. İçimde eski bir tanıdığı ziyaret etmenin huzuru; geniş kanatları boşlukta bembeyaz açılan ve arkasında muhteşem bir güneşin battığı büyük kapıdan geri çıkıp yoluma devam ettim. Beni aşağıda göl kucakladı.

Bu yazıyı yazmaya karar verdiğimde, çektiğim fotoğrafları karıştırır Hesse ile ilgili yazıları tekrar okurken aklıma düştü. Hesse hayatının ikinci yarısını burada geçirmişti, peki nerede gömülüydü. Hemen Dıgıl Meks'i açtım "Montagnola Hermann Hesse Grave"[v] yazıp, uydu moduna geçirdim.

 

Yemyeşil geniş bir alan, adeta Toskana'dan bir sahne. Sant'Abbondio Kilisesi, servi ağaçlarının dizili olduğu hıyaban, hemen karşısında anıtsal kapısıyla Sant'Abbondio Mezarlığı.

Bir ses mi çalındı kulağıma?

Tık, tık, tık…

Sonra bir adam köşeyi döndü, bana baktı, gözünde yusyuvarlak gözlükleri ve yüzünde muhteşem bir gülümseme.


Yazarın diğer yazıları için kişisel blogunu ve Instagram hesabını takip edebilirsiniz.