Şu içimizin de balkonu olsaydı, arada çıkıp nefes alsaydık.[i]
Cıssssss…
İzmir'de güneş battı batacak, balkonlar akşama hazırlanacak. Sıra sıra karosimanlar[ii]; öyle havalı havalı söylediğime bakma, çocukluğumuzun bildiğin karoları işte, şimdilerde yeniden moda oldular, tüm kafelerin zeminlerinde yerlerini aldılar. Nerede kalmıştık, karosimanlar yazın kavurucu sıcağıyla bütün gün kızmış, üzerlerine maşrapayla boca edilen suyu kana kana içerken bir yandan da çığlık çığlığa bağırıyorlar.
Cıssssss…
İzmir balkon demektir, balkon da çocukluğum. Annemin anneannesinden geriye kalan az sayıda anıdan birisidir balkon. Hatırlar mısın, çocuklukta mesafeler bitmek bilmezdi. Öğle sıcağı bastırmadan yola çıkılır, alelacele Karşıyaka'nın içlerindeki evlerine varılırdı.
Annemin teyzesi yaşıyordu en son orada. Evin kadınları öğle yemeğini hazırlarken ben de binadan dışarı doğru bombe yapan oval salona sızar, kapalı perdeleri aralar; güneşin hüzmesinin gomalak cilalı mobilyaların üzerindeki yansımalarına dalardım. Ahhh ne hayaller. Yemek yenilip de güneş diğer odalara çekilince, karosimanlı balkon yıkanır; yere, oyun oynamamız için havı gitmiş bordo renkli halı serilirdi.
İşte o, ne içeride ne dışarıda; hem içeride hem dışarıda olma hissine bayılırım. Sonra burnuma gelen çimentomsu toprak kokusuna.
Aslında balkonlar binaların burnu gibidir; dışarıda olup biteni koklar, ev sahiplerine rapor ederler. Dört mevsim; evden çıkmadan önce balkona çıkılıp kontrol edilir "Hımmm, bugün hava nasılmış bakalım?" denir.
Ankara'ya geldiğimde ilk dikkatimi çeken, balkonların kendilerinden çok, koridora benzemeleriydi. Boylu boyunca, bazen evin iki, hatta üç cephesini çeviren; daracık, testi dizmelik çıkıntılar. Belki de bozkırın insanları sırtlarını duvara verip boşluğa bakmayı seviyorlardır balkonlarından! Kim bilir?
Aynen Hallaçlı Konağı'nın çatı balkonundan bakmak gibi. Mehmet Ağa'yı[iii], muhteşem konağının balkonundan boşluğa bakarken hayal ediyorum.
Var mısın yirminci yüzyılın ilk yarısına gitmeye, Mehmet Ağa'nın Hallaçlı Köyü'nde inşa ettirdiği konağını ziyaret etmeye?
Fotoğraflarına âşık olduğum Hallaçlı Ağa Konağı'nı uzun süredir ziyaret etmek istiyordum. Eskinin Hallaçlı Köyü, şimdinin Ankara Gölbaşı ilçesi Hallaçlı mahallesi, şehir merkezine sadece 40 dakika mesafede. Peki konak nerede? Etrafta soracak kimsecikler yok, adresi bilmediğime göre, yüksekte bir yere çıkıp oradan baksam iyi olur.
Mezarlık köye tepeden hükmediyor. Civar köylerdeki benzerleri gibi, mezarlığın büyük kısmı köhnemiş. En eski mezarların üzerine uzunca bir kaya parçası saplamışlar. Kayaların üzerlerini likenler kaplamış. Kim bilir kimler yatıyorlar buralarda. Daha yenice olan mezar taşları, ki bunlar da epey eski, taş işlemeciliğinin harika örneklerini sergiliyor.
Hallaçlı Mehmet Ağa Konağı
Mehmet Ağa yattığı yerde, konağına nazır istirahat ediyor. Eski ile yeni yuvası arasında tek bir engel yok. Belki de ben öyle sanmak istiyorum. Çünkü epey aramama karşın, ağanın mezar taşını bulamadım. Güneş, parçalı bulutların arkasına saklandığında; orta şiddette üfüren rüzgâr neredeyse üşütüyor. Sıcak, bulutlar açıldığı an tekrar bastırıyor. Bir yerlerde yağmur yağıyor besbelli. Tam gökkuşağı havası.
Etrafta hâlâ tek Allah'ın kulu yok. Nerede bu insanlar; Korona kaçkını mı herkes? Yoksa birçok köyün sakini gibi, kasabalara, şehirlere mi taşınmışlar? Mooolama seslerini takip ediyorum. Türkçe konuş(a)mayan genç adam, semirmiş büyükbaş hayvanları besliyor. Anlaşamıyoruz. Birkaç yıl önce Gordion yakınlarında Afgan bir çobanla tanışmış ve sohbet edebilmiştim. Bizimki kim bilir nereli, onu bile çıkaramıyorum.
Konak tam karşımda. Kalbim küt, küt, küt... Etrafımda toplanmış kalabalığını sana tarif etmem mümkün değil. Siz de nereden çıktınız? Meğerse mezarlıktan beri takip ediyorlarmış beni. Aralarında çocuklar, hatta bebekler bile var. Hortlak filmlerinden alışageldiğin yırtık pırtık giysili yaratıklara benzemiyorlar, gerçi bunların giysileri de yırtık pırtık. Nedeni ise bambaşka: hepsi fakir, çok fakir... Savaşı yaşamış, varlarını yoklarını vatanlarına bağışlamışlar. Yamaları İstiklal Madalyası olmuş her birine.
Sakarya Meydan Muharebesi'nin cephe arkası hep buralar. Taaa Bala'ya hatta Köprüköy'e kadar birçok köy savaş boyunca yiyecek sağlamış askerlere. Hallaçlı Mehmet Ağa, orduyu köyüne yaptırdığı fırınların ekmekleriyle beslemiş. Atatürk'ü, Ankara'ya geldiğinde karşılayan heyetin arasında yer almış. Ankara'da, burnumuzun dibinde yaşamışlar! Biz ise anılarını bile unutmuşuz…
Hadi girsene, gir içeri.
Gireceğim girmesine de, ürküyorum. Ya zihnimi okuyorlarsa… Ya korktuğumu anlarlarsa…
Fuuuu…
Rüzgâr uğulduyor. Camları kırık olsa da kapılar ve pencereler hâlâ sapasağlam. Ne acı, kapılar kolsuz kalmış, hepsini bir bir yürütmüşler. Bugün restore etmeye başlansa epey bir şey kurtarılır, çünkü ana yapı dimdik ayakta.
Çattt…, çattt…, çattt…
Rüzgârdan; kapılar pencereler çarpıyor. "Hadi girsene, gir içeri" diyen çocuk dışında herkes dışarıda kaldı. Ufaklık yanımdan ayrılmıyor. Yok korkmuyorum, korkunun ötesinde bir his. Varlığından çok, yokluğundan korkuyorum aslında. Yanımda olması, etten kemikten olmasa da, güven veriyor. "Hayaletlerden çok, yaşayanlardan korkuyorum!" diyeceğim, banal bulursun diye susuyorum.
Bozkırın ortasında bir İsviçre evi. Evin planını çizen mimar taaa oralardan gelmiş. İnşaat, Rum ustalarca 1923'te başlanılıp 1929 yılında bitirilmiş. Mehmet Ağa, 1880 doğumlu. Tek çocuğu Andaç Hanım 1945 yılında dünyaya geliyor. Konakla ilgili anılarını kendisinden dinleyelim:[iv]
"Küçükken yazları gider bir ay kadar kalırdım. Köyde harman yerinde çocuklarla oynamak güzeldi ama diğer taraftan benim için çok keyifli değildi. Çünkü babamı hiç görmedim, ben doğmadan vefat etmiş. Babam 1944 yılında vefat etti, ben de 1945 yılında doğdum. Annem, babamın ikinci eşi. İlk eşinden olan çocukları yaşamamış. Sonra 7 yıl evlenmemiş. O dönemde bu konağı "Benim çocuğum yok, ileride adımı yaşatır." diye yaptırmış. Babam şehirle çok içli dışlı yaşayan bir insanmış. Babam, Kurtuluş Savaşı sırasında Haymana Cephesi'nin ekmek ihtiyacını fırınlar kurdurup karşılıyor. Dikmen'de Atatürk'ü karşılayan atlı Seğmenler arasında. Vehbi Koç'la yıllar süren bir ahbaplığı olmuş. Köyde radyoda müzik çalıp annemle dans ederlermiş."
Bu ses de ne? Tango, bomboş konağın duvarlarında çınlıyor. Çocuk, nereye gittin?
Sevdim bir genç kadını, ansam onun adını.
Her şey beni ona bağlar, kalbim durmadan ağlar.
…
Yarın olsun, yarın olsun diye renkler soluyor,
Neye baksam ne işitsem bana bin dert oluyor.
Şu karanlık günün elbet gelecektir sonu,
Kalbim özlüyor onu.
Anneannemin annesinin salonunu andıran dışarı bombeli çıkıntı Hallaçlı Konağı'nda da mevcut
Müzik bangır bangır çalarken duyulan diğer ses ahşap zemine vuran topuk darbeleri. Avizelerin birbirine çarpan kristalleri eşlik edecek onlara birazdan. Ürke ve merak ede, kırılgan tırabzanın sonundaki çatı katına ulaşıyorum. İşte o balkonun kıyısındayım. Bu kez beni orada iki çocuk bekliyor. "Sen de nereden çıktın?" diyorum ikincisine. "Biz ikiziz" diye yanıt veriyor diğeri.
Hayal, hatta hayalet gördüğümü sanıyor; aldanıyorsun! Bu insanlar öldükleri için mi, yoksa anılmadıkları için mi hayal oldular?
Konu geçmişten açılmışken, hatırlar mısın çocukken yapılan "Bakkala kim gidecek?" kavgalarını. Bizde kimin gideceği başından belliydi hep. Ahhh o bakkalın yolu ne uzardı gözümde. Neymiş efendim ekmeği evin en küçüğü alırmış.
Çatı katından dışarıya demir parmaklıkları olmayan bir balkon uzanıyor
Oysa şimdi öyle mi? Evin en büyüğü olan bendeniz, sokağa çıkma yasağını, pide alma bahanesiyle; sabah, öğlen ve akşam üç kere deliyorum. Diyorlar ki bu Korona günlerinde, insanlar sokağa çıkabilmek için komşularının köpeklerini gezdirmeye bile talip oluyorlarmış!
Bodrum katındayım. Evet indim çatıdan, Hallaçlıdayım hâlâ. Bir hışırtı. Bu kez ne çocuk ne de hayalet. Bildiğin köpek yahu. Artık ne yapıyorsa orada, ödümü patlattı. Onca hayaletten sonra ağzımı yüreğime kanlı canlı bir it getirdi. Bense onu tilki sanmıştım; hani köy yeri ya, bağlamına uygundur diye. Kulaklarını yere indirmiş, ürkek tırsak uzaklaştı.
Mis kokulu pideler elimde, yolu uzata uzata bütün mahalleyi dolanıyorum. Sokaklar balkondan taşan insan sesleri ile şenleniyor. Dört, hatta üç kişinin zar zor sığdığı balkonlarda sosyal mesafe hak getire. Okey ve kâğıt oynayanlar, oruçlarını açmaya hazırlananlar.
Bi zahmet sofrayı da sen kuruver Necmi.
Kadın mutfak penceresinden eğilmiş, hemen yanda balkona yayılmış kocasına sesleniyor.
Hayat, Ankara'da belki de ilk defa bu denli balkonlarda yaşanıyor.
[i] Bu söze internette rastladım ancak kaynağını bulamadım.
[ii] Karosiman; mozaik karo, Kalebodur ve benzerlerinin piyasaya çıkmasından sonra unutulmuş, şimdilerde yeniden moda olan renkli karolardır. Çimento, renkli kalker veya mermer tozu ile oksit boya karışımının kalıplarda preslenerek karo şeklinde üretilmesiyle elde edilen yapı malzemesi.
[iii] Mehmet Atak
[iv] https://www.hurriyet.com.tr/yerel-haberler/ankara/tarihi-konak-yok-olmasin-41376306
Yazarın diğer yazıları için bloğunu ve Instagram hesabını takip edebilirsiniz.