Tiyatro bir festivaldir! Nedense sadece iki yılda bir düzenlenen İKSV Tiyatro Festivali, geride bıraktığımız bu sezonu taçlandıramıyorsa da, “festival” bu kez içeriden geldi: İBBŞT’nun bize sunduğu çok özel bir “taç” olarak algıladığım Hayal-i Temsil oyunuyla, bu asırlık kurumun sezon içindeki tüm ayıpları ve nice başarısız yapımları geride kaldı benim için!..
Sami kardeşimizin kaleminden gelen (mealen) şu benzetme ile başlatıyor makyör Dikran Efendi rolündeki Yiğit oyunu: “Tiyatro, hayat ve hayal arasında bir köprüdür...” Ne kadar doğru bir tanımlamadır bu – “Tiyatro: yaşamın bir izdüşümü...” olarak koyduğum eski bir eleştiri başlığından (Tiyatro Dergisi, Şubat 2009) çok daha sanatsal biçemiyle...
“Sami kimdir?” diyecekseniz – gene aynı Dergi’nin 2012/2013 Tiyatro Ödülleri’nde İz oyunu ile “en başarılı yazar” seçilen Ahmet Sami Özbudak’tan söz ediyorum. Üç ayrı dönem tanıklarının yaşamlarını Beyoğlu’ndaki aynı apartman dairesinde iç içe geçen biçimde resmeden bu ilk önemli oyununu izledikten sonra, o genç yazarı “bir kenara yazmıştım” hemen – ve İz’i görmemiş olanlarınız, bunu lütfen şimdi yapsın! “Hayal-i Temsil” bir yandan tiyatro’nun olmazsa olmazı, kimi iletiler içeriyorsa da, daha çok Türk Tiyatrosu’na bir anıt, ancak bence en önemlisi, çok iyi araştırılmış ve ustalıkla kaleme alınmış, son derece ayrıntılı bir “dönem oyunu”dur. Bu çok başarılı metnin sahneye getirilmesinde dramaturg Sinem Özlek’in hangi oranda katkıda bulunduğunu bilmiyorum ve de sorgulamadım aslında – ancak şurası kesindir ki, eleştirmenler ve (şu sıralarda çok konuşulan!) tiyatro ödülleri seçici kurulları tarafınca çoğu kez göz ardı edilen bu “meslek erbabı”na da hakkını vermenin sırası gelmiştir artık.
Hayal-i Temsil’de sayısını şu anda anımsamadığım (kadar çok!) rol üstlenmiş, üstelik oyunun yönetmeni, kısacası bel kemiği olan Yiğit (Serdemir)’i ise daha 2005’de “bir kenara yazmıştım” kendimce – o yıllarda sevgili Nilgün Kurt’un “himayesindeki” Beyoğlu Maya (bugünkü “Cüneyt Türel”) Sahnesi’nde izlemiş olduğum, yazdığı/yönettiği/rol aldığı OBEB oyunuyla... O sezonda Sertdemir’i hemen Dergi Ödülleri’nde “en başarılı oyun yazarı” olarak nomine etmiştim – ne var ki, kendisine bu ödülü ancak birkaç yıl sonra, 444 oyunuyla verebildik. Kurucuları arasında olduğu Altıdan Sonra Tiyatro’nun yanı sıra, 2002’de İBBŞT’nda (program kitapçığında belirtildiği üzere) “yevmiyeli sanatçı” olarak çalışmaya başladı. Oyunculuğu bir yana, yazar, yönetici, sahne tasarımcısı olarak imza attığı oyunlarda onu aşkın ödül almasına karşın, Sertdemir’i –en azından şifahen– amansızca eleştirenlere de rastladık – ancak bu tür, kimi kişisel olan tepkiler doğaldır. Neredeyse tümünü izlediğim oyunlarının bazılarını (örn. Yeşil Papağan Limited ve Barzo ile Konserve) hiç beğenmediğim gibi, çok başarılı bulduğum çalışmaları da olmuştur (OBEB ve 444’den başka sadece birkaçını sıralayacak olursak, Kapıların Dışında, Leonce ile Lena ve Surname 2010– ki bunların son ikisini İBBŞT için yönetmişti); Sessiz Oyun’unu ise vaktiyle Toulon Festivali’ne önermiş olmaktan halen büyük memnunluk duyuyorum... Ancak –bilmem diğer izleyenleri de bana katılacak mı?– Hayal-i Temsil, Yiğit Sertdemir’in bugüne dek sahnelediği en iyi oyundur!
Bedia Muvahhit ile Afife Jale’nin yaşam öykülerini koşut biçimde sahne taşıyan bu yeni, henüz galası dahi yapılmamış yapımı önümüzdeki sezonda nice “mektepli/mektepsiz” (benzer bir ayırımı geçenlerde bir oyuncu getirmişti!) eleştirmen ve seçici kurul üyesi ayrıntılı biçimde izleyecek ve değerlendirecektir kuşkusuz – biz ise, galasını sabırsızlıkla beklerken, burada sadece birkaç kısa not ile yetinelim.
- Oyunun en önemli iki iletisi, gerçek sanatın tutkudan doğduğu, ancak sanat ile iktidar arasındaki ezeli rekabetin de hiç bir zaman tam olarak ortadan kalkamayacağıdır... Sami’nin Dikran’a hemen Giriş Sahnesi’nde “ölümü yok sayan bir histir...” olarak tanımlattığı tutkudan doğar ve gelişir sanat... 8. Sahne’de ise sanat ile iktidarın bire bir çatışmasına tanık oluyoruz, Afife’nin Zaptiye Nazırı’na zamanın/tarihin dur diyemediği yasakçılığa/sansürcülüğe karşı “Vah vah halimiz nice, bu koca şehrin ahlakı senin gibi ahlak bekçileri yüzünden yerle yeksan oldu desene” haykırışıyla...
- Bu öncesiz karşıtlığın gölgesinde gelişen tiyatro sanatına karşı derin sevgiye ise iki sahnede tanık oluyoruz ki, oyunun doruk noktalarıdır onlar – belki de bu sezonun en başarılı tiyatro sahneleri! Bunların ilki, ortadan ikiye ayrılmış giysileriyle sol cephesi Othello görünümündeki Ahmet Refet Muvahhit’i, sağ yanı ise Meyhaneci Boris’i canlandıran Yiğit Sertdemir ile her iki yanında duran Desdemona Bedia (Hümay Güldağ) ve gittikçe o da Desdemona’laşan, yasaklı oyuncu adayı Afife (Şebnem Köstem) arasındaki ikili diyalogları içeren 14.Sahne’dir. Turneye çıkmak üzere olan ünlü tiyatrocu Fikret Şadi’nin Afife’ye “siz de kumpanyamıza katılır mısınız?” çağrısına katılan genç oyuncu adayının değişik Anadolu kent ve kasabalarındaki temsillerini simgeleyen müzikli, afiş görselli, çığırtkan sesli 16.Sahne ise, Darülbedayi’nin artık ulusal bir kumpanya düzeyine ulaştığını gösteriyor!
- Sahne müzikleriyle Tuluğ Tırpan, zamane giysi tasarımlarıyla Nihal Kaplangı – ancak en önemlisi, ışığın yanı sıra son derece zevkli sahne tasarımıyla Cem Yılmazer ustalarının katkıları, bu derin metni tamamlayan üç olağanüstü yatay öğe oluşturmuş. Özellikle sahne duvarlarının içinden çıkan dekorlar (her ne kadar Craft’da izlediğimiz Kalp Düğümü’nün sahne tasarımını da andırıyorsa!), oyuna çok hoş, yenilikçi bir devingenlik kazandırıyor!
- “Devingenlik” demişken, 29 sahne içeren oyun boyunca ona yakın rol üstlenirken, sürekli olarak yeniden anlatıcı makyör Dikran’a dönüşen Sertdemir’in, tiyatro tarihine geçmiş nice “transformiste” sanatçısını aratmayacak giysi değişimi (“quick-change act”) hızı, iki buçuk saate yakın süren oyunu göz kırpmadan izlettiriyor! (Bu sahne tekniği bana 1998/99 sezonunda Gencay Gürün’ün yönetiminde izlediğimiz Barillet & Gredy’nin “Acaba Hangisi?” vodvil’inde Nevra Serezli’nin benzer başarımını anımsattı!)
- Ve oyunculuklar... Yiğit Sertdemir her ne kadar “oyunu götürüyorsa” da, gerek ilk kez Tiyatro Stüdyosu’nda Bağla Şu İşi oyununda beğendiğim, İBBŞT’nda Tehlikeli İlişkiler’de parlamış Şebnem Köstem, gerekse son olarak aynı sahnedeki Vişne Bahçesi’nde alkışladığımız Hümay Güldağ, tiyatromuzun her iki asırlık çınarına layık birer performans sergiliyor bu oyunda.
Genel Sanat Yönetmeni dahil, tüm “emekçileri”nin kuşkusuz iyi niyetlerine karşın sezon içinde birtakım çok kötü oyunlar çıkarmış, daha iyi olanlarını ise nedense çok az sergilemiş İBBŞT’nın Bir Yaz Gecesi Rüyası’ndan sonra Hayal-ı Temsil ile giderayak tiyatro severlerin yüzlerini güldürmüş olması ne güzel!
“Giderayak” derken – bundan tam iki yıl önce, gene tam sezon kapanmadan gösterime girmiş olan Dostlar Tiyatrosu’nun Yaşamaya Dair oyunu hakkında Tiyatro Dergisi’nin Haziran 2013 sayısında yazmış olduğum şu satırları anımsamadan/anımsatmadan edemiyorum: “(...) dramaturjisi, sunuluşu, müziği, sahne, giysi ve ışık tasarımları o denli olağanüstü biçimde kotarılmış olan bu oyun eğer bir ay kadar önce sahnelenmeye başlamış olsaydı, İstanbul’daki tüm tiyatro ödüllerinin tümünü toplar mıydı acaba?” Aynı soru bu kez de Hayal-ı Temsil için geçerlidir!
Geçerli olan diğer bir sorunun yanıtını ise değerli tiyatro akademisyenimiz Prof. Özdemir Nutku, en yalın biçimde şöyle açıklıyor: “Bunca anlayışsızlıklara, baskıya ve müdahalelere karşın bu kurumun 100 yıl ayakta kalması bir mucizedir. Bu mucizeyi de tiyatro sanatçıları başarmışlardır.” (“Darülbedayi’den Şehir Tiyatrosu’na”; Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2015, s.309) – Yiğit Sertdemir, Şebnem Köstem, Hümay Güldağ, Nihan Kaplangı, Cem Yılmazer gibi yetenekli, özverili ve sadık sanatçıların eksik olmasın – ve daha niceleriyle birlikte nice yıllara, emektar dostumuz Şehir Tiyatroları!..