Türkiye’yi yeni bir anayasa yolculuğu bekliyor. Türkiye’nin demokrasiyle olan ilişkisini koparıp otoriter bir rejime geçişi nasıl bir anayasa değişikliğiyle olmuşsa, içinde bulunduğumuz bu rejimden çıkarak demokrasiye dönüşümüz için de bir anayasa değişikliğine ya da yeni bir anayasaya gereksinim var. TBMM’de yeni bir iktidarın anayasayı değiştirmek için yeterli sayıya sahip olup olamayacağının yanıtını şimdiden vermek olanaksız. Ama yeterli çoğunluk olacakmış gibi hareket etmek ve hazırlıklı olmak, toplumun da rızasını almak herhalde doğru bir yaklaşım olacak.
Yeni anayasa ya da anayasa değişiklikleri iki amacı gerçekleştirmeye yönelecek: Demokrasinin yeniden inşası ve kutuplaşmayı sona erdirerek toplumsal uzlaşı sağlanması. Bu iki amacın gerçekleşmesi ve bir ortak hareket noktası bulabilmek için bazı ön koşullar üzerinde geniş bir toplumsal anlaşmaya gereksinim var:
- Farklılıklarımızın kabulü ve her birimizin farklılıklarımızla birlikte kamusal alanda eşit yurttaş olarak var olma hakkımızın bulunduğu üzerinde mutabakat sağlanması. Bütün kimliklere aynı derecede saygı gösterilmesi.
- Ortak hareket noktası olarak demokrasi, insan hakları, hukuk devleti, kuvvetler ayrılığı gibi evrensel değerlerin kabul edilmesi. Evrensel değerlerin “dış güçler” tarafından Türkiye’yi bölmek ya da aile yapısını bozmak gibi amaçlarla kullanıldığı gibi varsayımlardan vazgeçilmesi.
- Kendine dayatılan doğruları sorgusuz sualsiz kabul eden tek tip bir insan, tek tip bir toplum yaratma çabalarından vazgeçilmesi. Onun yerine farklılıklardan oluşan, farklı düşüncelere, farklı dünya görüşlerine yer açan bir toplumda birlikte yaşama yollarının aranması.
Türkiye gibi toplumun iyice kutuplaştığı, iktidar tarafından toplumun yarısının öteki yarısına düşman olarak gösterildiği, yığınların düşünmeden liderlerin doğrularını benimsedikleri bir toplumda, bu ön koşulların kabulünün bir zihinsel değişim gerektirdiği açıktır. Bu zihinsel değişime siyasetçilerin önderlik etmesi, değişimin onlardan başlaması önem taşımakta.
Türkiye, anayasacılık bakımından zengin bir deneyime sahip. 2011-2013 yılları arasında çalışan Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nun anayasa yapımı yöntemleri önceki anayasa yapım yöntemlerinden çok farklı özellikler taşır. Bu bakımdan üzerinde durmaya değer. Bu süreçten çıkarılacak dersler önümüzdeki sürece de ışık tutacaktır.
Bir kere, benim de üyesi olduğum Anayasa Uzlaşma Komisyonu, TBMM’de grubu bulunan dört partinin eşit sayıda, üçer temsilcisinden oluşan demokratik bir yapıya sahipti. Komisyon demokratik bir anayasa için yapım sürecine halkın katılımının sağlanmasının öneminin bilincindeydi. Nasıl ki Komisyon, çalışmaya başladığı Ekim 2011’den Nisan 2012’ye dek sivil toplumun görüşlerini aldı. Bunun için değişik yöntemler kullandı. Önce yazılı görüşlerin bildirilebileceği bir web-sitesi açtı. İkinci olarak da sivil toplumun sözlü görüşlerini üç alt komite kurarak dinledi. Üçüncü olarak, her hafta sonu bir bölgede toplantılar yaparak halkın görüşlerini öğrendi. Bu toplantılarda toplumun her kesiminden gelen insanlar bir otelin büyük bir salonunda 6-8 kişilik masalarda oturuyorlar ve sahnede toplantıyı yöneten kişinin sorduğu sorulara tartışarak yanıt oluşturuyorlardı. Her masada tartışmayı yöneten profesyonel bir moderatör bulunuyordu. Bunların dışında üniversiteler, meslek kuruluşları, sendikalar, vakıflar gibi kuruluşlardan gelen görüşler vardı. Bütün bunlar Komisyon’un elinde önemli bir veri tabanı oluşturdu. Ne var ki bu veri tabanının analizi yapılmadı. Yazım aşamasında, siyasal partilerin görüşleri sürece egemen oldu. Halktan gelen görüşler bir yana bırakıldı. Bu veri tabanıyla yazım süreci arasında ilişki kurulmadı. Bu ilişkinin eksikliği özellikle müzakereler tıkandığı zaman hissedildi.
Uzlaşma Komisyonu’nun çalışmalarını düzenleyen “çalışma usulleri” başlıklı belgeye göre, Komisyon çalışmalarının birinci aşaması veri toplama ve değerlendirme, ikinci aşaması ise ilkelerin oluşturulması olacaktı. Oysa zaman darlığı nedeniyle bu ikinci aşama hiçbir zaman gerçekleşmedi. Verilerin toplanması sona erince doğrudan yazıma geçildi. Ancak temel ilkeler üzerinde önceden bir anlaşma sağlanamadığından ilkesel görüş ayrılıkları yazım sırasında su yüzüne çıktı ve sürecin tıkanmasında önemli bir etken oldu. Ama sürecin tıkanmasının en büyük nedeni AKP’nin cumhurbaşkanlığı hükümet sistemini önermesiydi.
Anayasa maddelerinin yazımına geçmeden bir ilkeler bildirisi üzerinde anlaşma sağlanmasının ne denli önemli olduğunu Güney Afrika Anayasası’nın yapım sürecinde görüyoruz.
Güney Afrika Anayasası, 1989-1996 yılları arasında, yedi yıllık bir çalışmanın ürünü. 1993’te varılan anlaşma bağlayıcı ilkeleri de içeriyordu. İlginç olan yanı şuydu: Nihai anayasa metninin ilkelerle uyum içinde olup olmadığına Anayasa Mahkemesi karar verecekti. Nasıl ki 1996’da nihai bir metin ortaya çıktığında, Anayasa Mahkemesi bu metni inceledi ve ilkeler bildirisiyle uyum içinde olmadığı sonucuna vardığı maddeleri Meclis’e geri gönderdi. Meclis’te gerekli düzeltmeler yapıldıktan sonra Anayasa Mahkemesi onay verdi.
Demokratik bir anayasa sürecine ilişkin dünyada pek çok örnek var. Bu konudaki en son örneklerden bir Şili’deki anayasa yapımı. Şili’de yeni bir anayasayı tetikleyen sosyal adaletsizliğe karşı yapılan eylemler ve bunun sorumlusu olarak Pinochet anayasasının gösterilmesi.
İlk aşamada 2020 yılında yapılan halk oylamasıyla seçmene yeni bir anayasa isteyip istemediği, istiyorsa yeni bir anayasayı nasıl bir organ yazmalı soruları soruldu. Halk oylaması sonucunda 155 kişilik bir Kurucu Meclis seçildi. Kurucu Meclis’e seçilenlerin çoğunluğu bağımsız adaylar. Böylece siyasal partiler geri planda kaldı. Ayrıca, Kurucu Meclis kadın-erkek eşitliğine yer vermesi ve Şili’deki yerli halkların temsilini sağlayan çoğulcu bir yapıya sahip olması bakımlarından dikkati çekiyor. Kurucu Meclis’in kabul ettiği anayasa ayrıca referanduma sunulacak.
Anayasanın demokratik olması yapım sürecinin demokratik olmasına bağlı. Bunun için halkın sürece katılması büyük önem taşıyor. Halkın benimsemediği bir anayasa uzun ömürlü olmayacağı gibi meşruiyeti de tartışmaya açık hale geliyor Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine yol açan ve toplumun yarısının reddettiği anayasa değişiklikleri, referandumdaki usulsüzlüklerin yanında bir de üzerinde toplumsal mutabakat olmadığı için uzun ömürlü olmayacağı belliydi.
Türkiye’de seçimlerden sonra yeni bir demokratik anayasa yapılırken, anayasa uzmanlarının bir odada toplanıp metin hazırlamaları, bu metin sonradan referanduma sunulacak olsa da, yeterli değil. Aynı zamanda şu soruların yanıtlanması gerekiyor: Anayasa’nın hazırlanmasına halkın katılımı nasıl sağlanacak? Anayasa’nın dayanacağı temel ilkeler üzerinde mutabakat sağlayacak bir ilkeler bildirisi hazırlanacak mı? Ayrıca, yamalı bohçaya dönen 1982 Anayasası’ndan kurtulmak için yeni bir anayasa istiyor muyuz? İstiyorsak Şili’de olduğu gibi bir kurucu meclis gerekmez mi? Yoksa sadece Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne ilişkin hükümleri değiştirip 1982 Anayasa’sı ile yaşamaya devam mı edeceğiz?
Bu soruların halka sorulması ve kamuoyunda tartışılması zamanı gelmiştir.
Rıza Türmen kimdir?Türkiye’nin önde gelen insan hakları hukukçularından ve diplomatlarından olan Rıza Türmen İstanbul'da doğdu. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. Kanada Montreal McGill Üniversitesi'nden hukuk yüksek lisansı, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden Siyasal Bilimler doktorası aldı. Avukatlık stajını yaptıktan sonra, 1966 yılında Dışişleri Bakanlığı'na girdi. Dışişleri Bakanlığı'nda çeşitli görevlerde bulundu. 1985’de Singapur’a ilk Türk Büyükelçisi olarak atandı. 1993 Birleşmiş Milletler Dünya İnsan Hakları Konferansı'nda ve AGİT, İnsani Boyut Toplantıları’nda Türk Heyeti Başkanlığı'nı yaptı. 1994’te İsviçre'ye Büyükelçi olarak atandı. 1996'da Türkiye'nin Avrupa Konseyi Daimi Temsilcisi oldu. 1998 yılında Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi tarafından Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi yargıçlığına seçildi. 2008 yılına kadar bu görevi sürdürdü. 2008'de Türkiye'ye döndükten sonra 10 yıl Milliyet gazetesinde köşe yazıları yazdı. 2011 seçimlerinde CHP İzmir Milletvekili olarak parlamentoya girdi. TBMM Adalet Komisyonu ile Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nda görev yaptı. 2009 yılında Türkiye Barolar Birliği Yılın Hukukçusu Ödülü, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Basın Özgürlüğü Ödülü, Orta Doğu Teknik Üniversitesi Üstün Hizmet Ödülü, 2010 yılında Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği'nin Cumhuriyet Ödülü Rıza Türmen’e verildi. İnsan Hakları ve hukuk konularında yerli ve yabancı dergilerde yayınlanmış çok sayıda makale ile kitap bölümleri kaleme aldı. "Güçsüzlerin Gücü-Türkiye'de İnsan Hakları" ve "Türkiye'de Demokrasi Arayışı" adlı iki kitabı yayımlandı. Halen demokrasi, insan hakları ve hukuk devleti alanlarında faaliyet gösteren sivil toplum kuruluşlarında çalışmalarını sürdüren Rıza Türmen, Türkiye Barolar Birliği İnsan Hakları Merkezi’nin eş sözcülüğünü yapıyor. Sanata yakın ilgi duyan ve yaklaşık 40 yıldır çello (viyolonsel) çalan Rıza Türmen, T24’te 2013 yılından beri, ağırlıklı olarak temel haklar, insan hakları, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları, genel hukuk ve politika konularında yazılar yazıyor. |