Rıza Türmen

18 Ocak 2015

Türkiye'de basın özgürlüğü

Hükümetin kızmak yerine, AP kararında öngörülen çağrıya uyması yerinde olacaktır

Son iki hafta içinde ifade özgürlüğü ve onun ayrılmaz bir parçası olan basın özgürlüğü ile ilgili iki önemli gelişme oldu.

Birincisi Charlie Hebdo dergisinde yayınlanan Hz. Muhammed ile ilişkili bir karikatür. İki kişi bunu inançlarına hakaret olduğu gerekçesi ile, dergiyi basarak 12 kişiyi öldürdü.

İkincisi Cumhuriyet gazetesinin Charlie Hebdo’nun özel sayısından seçkilere yer vereceği haberi üzerine polis Cumhuriyet’in basıldığı basım evine baskın düzenledi ve dağıtım kamyonlarını bekleterek gazetenin dağıtımını geciktirdi.

Basın özgürlüğü demokratik bir toplumun temeli, demokrasinin bekçisi.   Basının demokrasi bekçiliği, halkı bilgilendirme görevini yerine getirebilmesi, özgür ve üzerinde iktidarın baskısı olmadan çalışabilmesine bağlı. Bu nedenle basın özgürlüğü, ülkedeki rejimin demokrasi olup olmadığının bir ölçütü. Sadece bir özgürlük sorunu değil, aynı zamanda hassas bir siyasal sorun.

Basın özgürlüğü sadece iktidarın lehine olan ya da zararsız düşünceleri değil aynı zamanda iktidarın ya da toplumun bir bölümünü rahatsız eden, şoke eden, inciten düşünceleri de kapsıyor. Demokratik bir toplumu oluşturan çoğulculuk, hoşgörü, geniş fikirlilik bunu gerektiriyor. AİHM kararlarında düşünce özgürlüğü tanımı bu. AİHM’in üzerinde önemle durduğu bir husus da, devletin ifade özgürlüğünü korumak ve ihlalini önlemek için gereken önlemleri alma yükümlülüğü.

Demokrasiyle olan bağlantısı nedeniyle, basın özgürlüğü AİHM tarafından son derece geniş yorumlanıyor. Ancak şiddete teşvik, ırkçı söylem, hakaret gibi istisnai durumlarda basına sınırlama getirilmesi kabul ediliyor.

Bütün bunların yanında Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, anayasamızda da olduğu gibi, aynı zamanda din ve vicdan özgürlüğünü düzenliyor. Bireylerin, Sözleşme’de ve anayasada korunan dinsel inançları, kutsal değerleri hedef alan sözlü, yazılı, görsel saldırılar sonucu incitilebilir. AİHM kutsal değerlere yapılan bu tür saldırılara karşı devletin önlem almasını, ceza yaptırımı uygulamasını kabul ediyor.

Dolayısıyla Charlie Hebdo olayında da gördüğümüz gibi, iki temel hak ve özgürlüğün çatışması söz konusu. Ancak, bunun çözümü sizinle aynı görüşte olmayan insanları vahşice öldürmek değil. Çözümü hukukta aramak gerekir.

Otto Preminger Institut / Avusturya (1994) davasında Tanrı’yı, Hz İsa’yı, ve Meryem’i aşağılayan ve uygunsuz bir biçimde gösteren bir film söz konusu. Avusturya yargısı filmin oynatılmasının yasaklanmasına ve filme el konulmasına karar verir. Dava AİHM’e gelir.

AİHM kararında şu hususlara yer verir: Belirli bir inanca mensup kişiler, inançlarına yöneltilen eleştirileri kabul etmeli ve bu eleştirilere hoşgörülü olmalıdır. Hatta kendi inançlarına karşıt görüşlerin yayılmasını da hoşgörü ile karşılamalıdır. İfade özgürlüğü bunu gerektirir.  Ancak dinsel değerleri temsil eden objelerin tahrik edici bir şekilde gösterilmesi inananların din ve inanç özgürlüklerinin ihlali niteliğindedir. Bu görüşlerle, AİHM, filmin yasaklanmasının ifade özgürlüğünü ihlal etmediği sonucuna vardı.

AİHM’in bu görüşünün başka davalara da yansıdığını görüyoruz. Örneğin İ.A. / Türkiye (2005) davasında Hz. Muhammed’e hakaretler içeren bir kitabın mahkeme kararıyla yasaklanması ve yazarın mahkûm edilmesi söz konusu. AİHM, bu yaptırımı doğru buldu ve ifade özgürlüğünü ihlal etmediğini belirtti.

Buna karşılık,  Katolik kilisesine ağır eleştiriler içeren Klein / Slovakya (2006) davasında, AİHM inananların inançlarına müdahale olmadığı gerekçesiyle, yazara uygulanan ceza yaptırımının ifade özgürlüğünü ihlal ettiği sonucuna vardı.

AİHM içtihadının gelişmesine baktığımızda, AİHM’in, iki özgürlük arasında bir çatışmanın söz konusu olduğu davalarda giderek, bireysel inançların incitilmesinden çok,  halkın genel olarak paylaştığı inançların incitilmesi gibi daha nesnel bir analiz yaptığı görülmekte.

Cumhuriyet gazetesine yapılan baskına gelince... Basın özgürlüğünün önceden sınırlanması, başka bir deyişle sansür, basın özgürlüğüne ve kamunun bilgi alma hakkına yönelen en ağır tehdit olarak kabul ediliyor. Polisin yargı kararı olmadan, keyfi bir biçimde Cumhuriyet gazetesi kamyonlarını durdurarak gazeteyi incelemesi ve “izin vermesi” basın özgürlüğü  ve hukuk devleti açısından hiçbir şekilde haklı görülemez.

AİHM,  Observer ve Guardian / İngiltere davasında (1994) bu konuyu ele alır. Dava konusu olayda İngiliz Gizli Servisi’ne mensup bir kişinin emekli olduktan sonra yazdığı kitabın yayınlanmasının ulusal güvenlik gerekçesiyle durdurulması söz konusuydu. AİHM bu davada ifade özgürlüğünün ihlal edildiği sonucuna vardı.

Kararda, AİHM şu görüşü ileri sürer: “[ifade özgürlüğüne] önceden getirilen sınırlamaların büyük bir dikkatle incelenmesi gerekir. Bu basın bakımından özel bir önem taşır. Çünkü haber çabuk değerini yitiren bir üründür. Basımının ya da dağıtımının kısa bir süre gecikmesi dahi, bütün değerinin ve ilginin yitirilmesine yol açar" (paragraf 60).

O nedenle, İçişleri Bakanı’mızın basın özgürlüğünü en ağır biçimde ihlal ederken umursamaz bir edayla  “istihbarati bir çalışma kapsamında kamyonları aradık, gazeteyi inceledik” yolunda açıklamalar yapması, iktidarın basın özgürlüğü anlayışını sergilemekte.

Avrupa Parlamentosu’nun 15 Ocak günü Türkiye ile ilgili olarak kabul ettiği kararda, (karar Cumhuriyet gazetesi olayından önce yazılmıştır) Türkiye’yi kınadı ve “özgür ve çoğulcu bir basın her demokrasinin temel unsurudur” diyerek Türk Hükümeti’ne basına özgürlüğünü sağlamaya öncelik vermesi konusunda çağrı yaptı.

Hükümetin kızmak yerine, bu kararda öngörülen çağrıya uyması yerinde olacaktır.