10 Aralık Dünya İnsan Hakları Günü'ydü. 10 Aralık 1948’de İnsan Hakları Evrensel Bildirisi, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda kabul edildi ve yeni bir çığır açıldı.
Her 10 Aralık’ta insan hakları konusunda bir yazı yazardım. Bu yıl böyle bir yazı yazmaya elim gitmedi. Ne yazacaktım ki? AİHM’in hukuka aykırılığını saptadığı yargı kararlarıyla cezaevinde yatanları mı, her fırsatta gazetecileri tutuklayarak basın özgürlüğünün ayaklar altına alınmasını mı, muhalefeti yargı yoluyla sindirme çabalarını mı, ifade özgürlüğü, toplantı özgürlüğüne ilişkin ihlalleri mi, üniversiteler, öğretim üyeleri ve meslek örgütlerinin haklarının ihlal edilmesini mi, kayyum atamalarıyla seçme ve seçilme hakkının ihlalini mi, adil yargılanma hakkına ilişkin ihlalleri mi, bütün bunların sonucu Türkiye’nin “yarı özgür ülkeler” kategorisinden “özgür olmayan ülkeler” kategorisine düştüğünü mü? Yargının, HSK’nın bağımsız olmamalarının doğurduğu sorunları mı?
10 Aralık İnsan Hakları Günü’nde kutlanacak hiçbir şey yok. Türkiye’nin içinde bulunduğu karanlık insan hakları tablosunu anlatmak için de özel bir güne gerek yok.
O nedenle bu yıl 10 Aralık dolayısıyla biraz farklı bir şey yapmak istiyorum. İnsan haklarının Batı uygarlığına özgür bir kavram olmadığını, başka uygarlıklarda da insana, insan onuruna, insan haklarına önem verildiğini, insan ne denli evrenselse insanın haklarının da o denli evrensel olduğunu göstermek istiyorum. İnsana verilen değerin değişik toplumlarda değişik yansımaları var. Ama hepsinin birleştiği nokta, insan. O nedenle insan haklarının evrenselliğini çoğulculukla, farklılıklarıyla birlikte ele almak gerekir.
Konfüçyüs, M.Ö. 500 yıllarında Çin tarihinin kaotik bir döneminde yaşadı. İnsan, Konfüçyüs’ün dünya görüşünün merkezi. İnsanla ilgili etik bir kavramı oluşturan ilk düşünür. Bu kavram, insan doğasının olduğunu temel alır. “Ren”, Konfüçyüs’e göre insanlık ve etik değerlerine dayanan ideal bir yaşamdır. Başka insanlara karşı sevgiyi, saygıyı ve ilgiyi kapsıyor. İnsana karşı koşulsuz bir sevgiyi öngörüyor. Konfüçyüs’ün altın kuralı ise "Sana yapılmasını istemediğini başkasına yapma."
Konfüçyüs’ün seküler bir yönü var. “Tanrılara ve kutsal ruhlara saygı göster ama onlardan uzak dur. Akıllı olmak bunu gerektirir” diyor. Konfüçyüs’ün düşünce sisteminin başka bir unsuru “Li”. “Li”, insan ilişkilerinde ve toplumda uyum sağlamayı amaçlayan bir kavram. İnsan onuruyla yakından ilişkili. İnsan ilişkilerinde eşitliği ve insan onuruna eşit saygıyı içeriyor. Konfüçyüs’ün iktidar ve yöntemleriyle ilgili de güzel görüşleri var. Emirlerle, cezalarla yönetmeye kalkarsanız, insanlar hukuku çiğnerler. Erdemle yönetirseniz insanlar hukuka uyarlar.” Konfüçyüs, bu sözlerle iktidarın etik sınırlarını da çizer.
İslam uygarlığının altın dönemi İbni Sina, İbni Rüşd ve İbni Haldun dönemidir. İbni Rüşd’ün ölüm tarihi 10 Aralık 1198 günü de Dünya İnsan Hakları Günü’ne rastlar. Kendisi hekimdi. Kordoba ve Sevil’de yaşadı. İbni Rüşd’ün farklı felsefi ve dini görüşleri bağdaştıran görüşleri Hristiyan, Yahudi düşüncesini derinden etkiledi. Özellikle Aristo’nun felsefesine ilişkin görüşleriyle çağının en önemli düşünürlerinden biri oldu.
İbni Rüşd inançlı bir İslam düşünürü olmasına karşın otonom aklın önceliğini savundu. Kadınların erkeklerle aynı insan cinsine ait olmaları nedeniyle aynı statüye sahip olmaları, aynı işleri yapmaları gerektiğini ileri sürdü. Kadınların sadece çoğalmak için kullanılmasını ve kocalarının egemenliğine tabi olmasını eleştirdi. İbni Rüşd aynı zamanda hukukçuydu. Ona göre hukuk düzeni dört erdeme sahip olmalıydı. Kendini sınırlama ve ölçülü davranma iradesi, adalet, cesaret ve hoşgörülülük. İbni Rüşd gerçeğe ulaşmak için özgür düşünmenin, akılcılığın gerekli olduğunu ileri sürdü. Bir bakıma İbni Rüşd’ün aydınlanmanın öncüsü olduğu söylenebilir.
İbni Haldun 1332’de Tunus’ta doğdu. Evrensellik, küreselleşme görüşlerinin temelini oluşturur. Evrensel bir uygarlıktan, evrensel insandan,” insaniya”dan, evrensel gerçekten söz eder. İnsanı dünya tarihinin merkezine yerleştirir. İnsanın iyi yanlarını vurgular. Toplum yaşamı, “asabiye”ye dayanır. Asabiye, yani toplumsal dayanışma, toplum yararı, siyasete yön veren ana unsurdur. İbni Haldun kitaplarında iyi bir yönetici olmanın kriterlerini belirtir. Eşitlik ve tarafsızlık üzerinde durur.
Yolculuğumuza 16. Yüzyıl İspanyol emperyalizmiyle devam edersek, 1484’e Sevilla’da doğan Bartolme de Las Casas ile 14492’de doğan Francisco de Vitoria ile yolumuz kesişir. İkisinin de ortak yanı İspanyol emperyalistlerin Güney Amerika’nın yerli halkına uyguladıkları mezalime, soykırıma karşı çıkmaları. İkisi de İspanyolların insan olarak görmedikleri yerli halkın Tanrı’nın yarattığı insan olduklarını ileri sürerler. Onlara karşı yapılan katliamın durdurulmasını talep ederler. Bugünkü Meksika’da da yaşayan ve Aztekleri korumaya çalışan Las Casas’a “yerlilerin babası” adı takılır. Las Casas işlenen cinayetleri belgeleriyle anlatır ve İspanya Kralı’na yerlileri koruması için çağrıda bulunur. Yerlilerin barbar oldukları, aşağı bir ırktan geldikleri savlarını reddeder.
Vitoria ise uluslararası hukuktan söz eder. İnsanlığın birliğine inanır ve dünyayı, birliği, bütünlüğü uluslararası hukuk tarafından korunan tek bir cumhuriyet olarak görür. Bu tek devlet, bütün dinleri kapsar.
Gerek Las Casas, gerek Vitoria bütün insanların eşit insanlık onuruna sahip olduklarını, o nedenle sömürgeciliğe karşı korunmaları gerektiğini ileri sürerler.
Uygarlıklar arasındaki bu kısa yolculuk da göstermektedir ki, insan haklarını 18. yüzyılda başlatmak ve Batı’ya özgü bir kavram olarak görmek yanlış bir yaklaşımdır. İnsanın önemi ve evrenselliğine olan inanç, insan onuru, eşitlik, özgürlük, adalet gibi kavramlar bütün insanlık, bütün uygarlıklar tarafından benimsenmiş ortak kavramlardır. İnsana ve insanlığa, insanın niteliklerine, sonunda iyiliğin kötülüğe, haklılığın haksızlığa galebe çalacağına güven de bütün uygarlıkların ortak yanıdır. Aynı şekilde, iktidarı kullananlara eleştirel bakışın da eski çağlardan beri bütün uygarlıkların ortak yanı olduğunu görüyoruz.
İnsan haklarının evrenselliği, İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’ne (İHEB) egemen olan felsefedir. Bildirinin 1. maddesi, “Bütün insanlar özgür doğarlar ve insanlık onuru ve hakları bakımından eşittirler” der. Bundan da anlaşılacağı gibi, İHEB bir evrensellik manifestosudur. Herkes insan olduğu için bu haklara sahiptir ve kimse bu hakları ihlal eden uygulamalara tabi tutulamaz.
İnsan haklarının kaynağı insansa, insan hakları devleti yönetenlerin iradesine, tercihlerine ya da çıkardıkları yasalara tabi olamaz. İktidarlar, kendi yurttaşlarının haklarına tabi olmak zorundadır. Bunları korumakla, kendi ülkesindeki insanların haklarını ihlal etmemekle yükümlüdür.
Gazze’de İsrail’in insan haklarını kitlesel ve 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana en ağır biçimde ihlal ettiği günümüzde insan olmanın temel niteliklerini anımsamakta yarar var.
Sn. Cumhurbaşkanı dünya insan hakları gününde bir konuşma yapmış: “10 Aralık Dünya İnsan Hakları Günü’nü dünyanın pek çok yerinde insan hakları ayaklar altına alınırken karşıladığımız da bir gerçektir” demiş. Ama bu “pek çok yer” arasında Türkiye’nin de bulunduğuna değinmemiş.
Türkiye, “yerli ve milli” bir iktidarın yönetimi altında, evrensel değerlerle bağını koparmış durumda. Bu değerler arasında Türkiye’de yaşayan insanların temel hak ve özgürlükleri de var. Bu hak ve özgürlüklerin iktidar tarafından hoyratça ayaklar altına alınması ve hukukun buna alet edilmesi 21. yüzyıl Türkiye’sinin en karakteristik özelliği.
İnsan hakları haftasının, başımızı gündelik kavgalardan kaldırarak, insan haklarında nerede olduğumuzun bilançosunun çıkarılmasına ve bunu değiştirecek önlemler alınmasına vesile olmasını umut ederim.
İnsan hakları haftanız kutlu olsun, diyemiyorum.
Rıza Türmen kimdir?Türkiye'nin önde gelen insan hakları hukukçularından ve diplomatlarından olan Rıza Türmen İstanbul'da doğdu. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirdi. Kanada Montreal McGill Üniversitesi'nden hukuk yüksek lisansı, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden Siyasal Bilimler doktorası aldı. Avukatlık stajını yaptıktan sonra, 1966 yılında Dışişleri Bakanlığı'na girdi. Dışişleri Bakanlığı'nda çeşitli görevlerde bulundu. 1985'de Singapur'a ilk Türk Büyükelçisi olarak atandı. 1993 Birleşmiş Milletler Dünya İnsan Hakları Konferansı'nda ve AGİT, İnsani Boyut Toplantıları'nda Türk Heyeti Başkanlığı'nı yaptı. 1994'te İsviçre'ye Büyükelçi olarak atandı. 1996'da Türkiye'nin Avrupa Konseyi Daimi Temsilcisi oldu. 1998 yılında Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi tarafından Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi yargıçlığına seçildi. 2008 yılına kadar bu görevi sürdürdü. 2008'de Türkiye'ye döndükten sonra 10 yıl Milliyet gazetesinde köşe yazıları yazdı. 2011 seçimlerinde CHP İzmir Milletvekili olarak parlamentoya girdi. TBMM Adalet Komisyonu ile Anayasa Uzlaşma Komisyonu'nda görev yaptı. 2009 yılında Türkiye Barolar Birliği Yılın Hukukçusu Ödülü, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Basın Özgürlüğü Ödülü, Orta Doğu Teknik Üniversitesi Üstün Hizmet Ödülü, 2010 yılında Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği'nin Cumhuriyet Ödülü Rıza Türmen'e verildi. İnsan Hakları ve hukuk konularında yerli ve yabancı dergilerde yayınlanmış çok sayıda makale ile kitap bölümleri kaleme aldı. "Güçsüzlerin Gücü-Türkiye'de İnsan Hakları" ve "Türkiye'de Demokrasi Arayışı" adlı iki kitabı yayımlandı. Halen demokrasi, insan hakları ve hukuk devleti alanlarında faaliyet gösteren sivil toplum kuruluşlarında çalışmalarını sürdüren Rıza Türmen, Türkiye Barolar Birliği İnsan Hakları Merkezi'nin eş sözcülüğünü yapıyor. Sanata yakın ilgi duyan ve yaklaşık 40 yıldır çello (viyolonsel) çalan Rıza Türmen, T24'te 2013 yılından beri, ağırlıklı olarak temel haklar, insan hakları, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları, genel hukuk ve politika konularında yazılar yazıyor. |