Sn. Cumhurbaşkanı 19 Şubat günü partisinin Meclis grup toplantısında yaptığı konuşmada ifade özgürlüğünün sınırlarını çizdi. “Tutarlı, yapıcı, iyi niyetli olması halinde biz de eleştirilere hiçbir zaman kulağımızı tıkamadık ve tıkamayız.” dedi. Bundan çıkan anlam şu: Tutarlı, yapıcı, iyi niyetli olmayan eleştirilerin yapılması iktidar tarafından kabul edilmiyor. Bunlar yargılama konusu olabilir. TÜSİAD’ın eleştirileri bu kategoriye giriyor. Eleştirinin tutarlı, yapıcı ve iyi niyetli olup olmadığına karar verecek olan ise siyasal iktidar.
“Tutarlı, yapıcı, iyi niyetli eleştiri” kriterinin uluslararası ifade özgürlüğü standartlarıyla uyuştuğunu söylemek güç. Örneğin, AİHM’in Handyside/Birleşik Krallık kararında (1976) kabul ettiği ve ifade özgürlüğüne ilişkin her kararında yer verdiği paragraf şöyledir: “İfade özgürlüğü sadece lehde olan ya da zararsız ya da ilgilenmeye değmez görülen haber ve düşünceler için değil, aynı zamanda Devlet’in ya da halkın bir bölümünü inciten, şoke eden ya da rahatsız eden haber ve düşünceler için de uygulanır. Bunlar çoğulculuğun, hoşgörünün ve açık fikirliliğin gerekleridir. Bunlar olmadan demokratik toplum da olamaz.”
Açıktır ki en masum eleştirilerin bile suç oluşturduğu bir ülkede “inciten, şoke eden, rahatsız eden” ifadelerin iktidar tarafından “tutarlı, yapıcı, niyetli” eleştiri olarak görülmeyeceği açık.
İfade özgürlüğü yani düşüncenin serbestçe açıklanması özgürlüğü hakkı, Sokrates’ten bu yana uzun mücadeleler sonucu kazanılmış bir hak. Demokrasinin bel kemiği, litmus kâğıdı. Bütün diğer özgürlüklerin anası.
17. yüzyılda yaşamış önemli bir düşünür olan Spinoza, “Tractatus Theologico Politicus” adlı kitabında şöyle der: “Devletin amacı esas olarak özgürlüktür. Onun nihai amacı hükmetmek, insanlara korku salarak onları avucunun içinde tutmak ve bir başkasının hakkına tabi kılmak değildir. … Bu özgürlüğün baskı altına alınmış olduğunu ve insanların egemen tarafından emredilmedikçe bir şey fısıldamaya bile cesaret edemediklerini farz edelim.” Spinoza’ya göre böyle bir uygulama devleti kaçınılmaz olarak yıkıma götürecektir. Bunun nedeni bireysel özgürlüğe getirilen kısıtlamalar sertleştikçe bunlara karşı gösterilecek tepkinin de sert ve yıkıcı olması.
Spinoza’nın 17. yüzyılda yazdıklarının günümüzde de geçerli olması şaşırtıcı değil. Sayıları giderek artan popülist iktidarların hemen hepsinde ifade özgürlüğü bastırılmış durumda.
Spinoza’dan bu yana ifade özgürlüğü de gelişme gösterdi. Bireysel bir özgürlük olması yanında demokratik bir toplumun vazgeçilmez bir ögesine dönüştü. Devlet gücünün sınırlandığı kamusal bir hak niteliği kazandı.
İfade özgürlüğüne yer açılması siyasete “hakikat” boyutunu kazandırır. İfade özgürlüğü, iktidara karşı hakikatin söylenmesine, toplumda hakikatin araştırılmasına, halkın hakikati öğrenmesine yol açar. Bu ise otoriter yönetimler bakımından bir tehdit oluşturur. Otoriter yönetimlerde tek hakikat rejimin söylediğidir. Toplumun da rejimin gerçeğini benimsemesi, bu gerçeğe itiraz edilmemesi istenir. Otoriter rejimlerin ifade özgürlüğünü, eleştirel söylemi baskı altında tutmasının amacı gerçeğin ortaya çıkmasını önlemek. Gerçeğin üstü örtülmelidir ki, iktidarın gerçeği topluma sunulan tek gerçek olarak kalsın. Otoriter rejimlerde hakikati söylemek cesaret ister. Her türlü baskıya karşın, hakikati söyleme cesaretine sahip insanların bulunduğu bir toplumda bir demokrasi mücadelesinden söz edilebilir. Bu toplumlarda bir umut ışığı yanar.
Günümüzde bütün insan hakları belgelerinde, bütün anayasalarda ifade özgürlüğüne geniş yer verildiğini görüyoruz. Anayasa’nın 26. Maddesi “Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti başlığı altında genel bir düzenleme yaptıktan sonra 27. Maddede “bilim ve sanat hürriyeti”, 28. Maddede “basın hürriyeti” başlıkları altında ayrıntılı düzenlemeler getirmekte. Bu da Anayasa’nın ifade özgürlüğüne verdiği önemi gösteriyor.
İfade özgürlüğünün evrensel ölçütlerini Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarında buluyoruz. Bu kararlar, AİHM’in ifade özgürlüğüne bakışı ile Türkiye’de yargının ifade özgürlüğüne bakışı arasındaki farkları görmek olanağını verir. AİHM bakımından önemli olan söylemin içeriği değil, her türlü düşüncenin, devlet müdahalesi olmadan serbestçe ifade edilmesi. Bunun istisnası, şiddete teşvik, nefret söylemi, hakaret içeren söylem. Türkiye’de ise yargı, söylemin içeriğini inceliyor. Söylem devlete karşı bir tehdit oluşturuyor mu, ona bakıyor. Yasalar da bunu öngörüyor.
AİHM önüne gelen davalarda devletin müdahalesinin Sözleşme’nin ölçütlerine uygunluğunu inceler. Bunu yaparken devletin getirdiği sınırlamanın bir yasal dayanağı olup olmadığına, devletin müdahalesinin meşru bir amaca hizmet edip etmediğine, son olarak da bu müdahalenin demokratik bir toplum için geçerli olup olmadığına bakar. Devletin belirli bir takdir yetkisi vardır. Bu devlete bırakılan hareket alanıdır. Ancak takdir yetkisi, davanın niteliğine göre, daralır ya da genişler. Demokratik düzen bakımından önem taşıyan, kamuoyunu ilgilendiren konular, siyasal eleştiriler, basın özgürlüğüne ilişkin konularda takdir yetkisi çok dardır. Bu konularda devlet müdahalesinin haklı görülmesi çok enderdir. Buna karşılık ticari ifadelerde, sanatsal ifadelerde devletin takdir yetkisi daha geniştir. Siyasal iktidara karşı, siyasetçilere karşı söylemlerde, devletin müdahalesinin haklı bulunması çok güçtür. Türkiye’de “Cumhurbaşkanı’na hakaret” ya da “halkı tahrik” gibi suçlarda verilen cezalar çoğunlukla AİHM tarafından Sözleşme’nin ihlali olarak görülmekte. Örneğin, Vedat Şorli/Türkiye davasında (2022) AİHM, başvurucunun Cumhurbaşkanı’na hakaret suçundan 11 ay hapis cezasına çarptırılmasını ve hükmün açıklanmasının geri bırakılmasını, Sözleşme’nin ifade özgürlüğüne ilişkin 10. maddesinin ihlali olduğuna karar verdi. Türkiye’den iç hukukun Sözleşme ile uyumlu hale getirilmesini yani Cumhurbaşkanı’na hakaret suçunun yürürlükten kaldırılmasını istedi.
Yukarda belirtilen ölçütler, Türkiye’de son zamanlardaki gözaltılara, tutuklamalara, soruşturmalara uygulandığında, bunlar AİHM’e geldiğinde ihlal kararı çıkacağını anlamak için hukukçu olmaya gerek yok.
AİHM Türkiye’de yargının bağımsızlığı sorununu incelemedi. Bu incelemeyi yapabilmesi için AİHM’de açılan bir davada Türkiye’de yargının bağımsız olmadığına ilişkin bir şikâyetin bulunması gerekir. Hasan Uzun/ Türkiye, Koçinter/Türkiye gibi davalarda ise, Anayasa Mahkemesi’nin etkili bir iç yargı yolunun olduğunu kabul etti. Ancak bu konuyu gözden geçirme hakkını saklı tutarak, kararını değiştirme kapısını açık bıraktı.
Buna karşılık Türkiye’de yargının bağımsızlığı konusunda Avrupa Konseyi’nin diğer organlarının aldığı kararlar var. Venedik Komisyonu’nun HSK’a ilişkin ayrıntılı bir raporu bulunmakta. HSK’nın bağımsız bir kurul olabilmesi için kompozisyonunun değiştirilmesini öngörüyor. Bakanlar Komitesi’nin AİHM’in Kavala ve Demirtaş kararlarının uygulanmasıyla ilgili olarak aldığı kararlarda “genel önlemler” başlığı altında, Türkiye’nin HSK’nın bağımsızlığını sağlayacak önlemler alması isteniyor. Avrupa Konseyi Parlamenter Asamblesi’nin Ekim 2023’te kabul ettiği kararda, Türkiye’nin yargıç ve savcılarının yetkilerini hukuk devleti, insan hakları ve adalet ilkelerine uygun olarak kullanmalarının sağlanması öngörülüyor. Dolayısıyla AİHM,önüne yargı bağımsızlığına ilişkin bir şikayet gelirse, bu belgelerin ışığında inceleyecek.
Demokrasinin temeli olan ifade özgürlüğünün güvencesi adil yargılanma hakkıdır. Bağımsız yargı yoluyla bireylerin düşündüklerini serbestçe söyleme, iktidarı eleştirme hakkı güvence altına alınmadıkça halkın hakikati öğrenme hakkı da gerçekleşmeyecek, Türkiye’de insanlar baskı altında, yoksulluk içinde yaşamlarını sürdüreceklerdir.