Türkiye’nin Suriye’deki askeri varlığının doğurduğu bazı hukuksal sorunlara kısaca değinmekte, kamuoyunu aydınlatmak bakımından yarar var.
Bir savaş ya da silahlı çatışmada tarafların uymakla yükümlü olduğu kurallar 1949 Cenevre Sözleşmeleri’yle düzenlenmiştir. Dört Cenevre Sözleşmesi’ne 1977’de iki protokol eklenmiştir. Bunlardan biri Uluslararası Silahlı Çatışmalara; öteki ise ülke içindeki silahlı çatışmalara ilişkindir. 2005 yılında ise üçüncü ek protokol yürürlüğe girmiştir. Türkiye dört Cenevre Sözleşmesi’ne taraf olmasına karşın ek protokollere taraf değil.
TSK’nın Suriye’ye girmesi bir savaş mıdır, sorusu Cenevre Sözleşmeleri bakımından fazla bir anlam taşımaz. Cenevre Sözleşmeleri’nin ortak 2. Maddesi savaş ya da başka bir “silahlı çatışma”dan söz eder. Başka bir deyişle, devletler arasında ilan edilmiş bir savaş olmasa bile silahlı bir çatışmanın bulunması Cenevre Sözleşmeleri’nin uygulanması için yeterli.
İlk iki Cenevre Sözleşmesi karada ve denizde, yaralı ve hasta askerleri korur. Üçüncü sözleşme savaş esirlerine ilişkindir. Dördüncüsü ise işgal edilmiş bölgelerdeki sivilleri korur.
“İnsani hukuk” dediğimiz Cenevre Sözleşmeleri büyük ölçüde genel kabul gören uluslararası örf hukukuna dayanır. Bu bakımdan sözleşmenin üstündedir.
Savaş zamanında sivillerin korunmasına ilişkin Dördüncü Cenevre Sözleşmesi, 1907 “kara savaşı hukuku ve örflerine” ilişkin Lahey Kurallarını içerir. Bunların bir uzantısı niteliğindedir. Sözleşme’nin kapsamına “bir çatışma ya da işgal durumunda, vatandaşı olmadıkları, çatışmaya taraf ya da işgalci gücün elinde olan siviller” girer. Sözleşme bu kişileri korumak amacına yönelik ayrıntılı hükümler içerir. Bu hükümler çatışmaya taraf olmayan sivillerin onurlarının, inançlarının korunmasını, işkence ve kötü muamele görmemelerini, rehine olarak tutulmamalarını öngörür. Yaralı ve hasta olanlar için özel hükümler de sözleşme metninde vardır.
Dördüncü Cenevre Sözleşmesi, işgal edilen topraklardaki sivillerin hangi amaçla olursa olsun, başka yerlere sürülmesini yasaklar.
Sözleşmenin uygulanması bakımından neyin “işgal” kavramına gireceği önem taşımakta. 1907 Lahey Kuralları’na göre bir ülkenin düşman ordusunun kontrolü altına giren toprakları işgal edilmiş sayılır. Uluslararası Adalet Divanı’nın (UAD) Kongo/ Uganda davasında belirttiği gibi, burada önemli olan başka bir ülkeye silahlı kuvvetlerini sokan devletin, girdiği topraklar üzerinde otoritesini, kontrolünü kurup kurmadığı hususudur. Kongo/ Uganda davasında Divan, Uganda silahlı kuvvetlerinin girdikleri bölgelerde kontrolünü kurarak Kongo Hükümeti’nin otoritesinin yerine geçtiği sonucuna vardı.
İşgal, hukuksuzluk demek değildir. İşgal durumunda uygulanacak uluslararası hukuk kuralları vardır. Bir kere, işgal eden devlete devredilen egemenlik değil, yönetim yetkisidir. Egemenlik hâlâ işgal edilen devlete aittir. İşgal eden devlet, bu yetkiye dayanarak işgal ettiği topraklarda güvenliği, kamu düzenini sağlamakla yükümlüdür. Ancak bunu yaparken kendi yasalarını uygulamamalı, işgal edilen devletin yasalarına saygı göstermelidir. İşgal geçicidir. Kalıcı bir nitelik kazanırsa, bu ilhaka dönüşür. İlhak ise uluslararası hukukta yasaktır.
İsrail işgal ettiği Batı Şeria’da, Cenevre Sözleşmesi’nin uygulanamayacağını, Cenevre Sözleşmesi’nin geçerli olmasının Ürdün’ün egemenliğinin tanınması anlamına geleceğini ileri sürdü ancak Uluslararası Adalet Divanı, İsrail’in bu görüşünü kabul etmedi.
Üçüncü Cenevre Sözleşmesi savaş tutsaklarına ilişkindir. Kimin savaş tutsağı sayılacağı Sözleşme’nin 4. Maddesinde belirtilmiştir. Buna göre, “düşman”ın eline geçen düzenli silahlı kuvvetler mensupları yanında, “milis güçleri” ile örgütlü direniş hareketleri mensuplarının da dâhil olduğu gönüllüler savaş tutsağı sayılır.
Ancak bunun için şu koşullar gerekir: a. Sorumlu bir komutanın bulunması b. Uzaktan tanınacak işaretler taşımaları c. Silahlarını göstererek taşımaları d. Eylemlerinin savaş hukuku kurallarına uygun olması
Sözleşme, savaş tutsaklarına insanca muamele edilmesini, savaş alanına gönderilmemelerini, çatışma sona erince ülkelerine iade edilmelerini öngörür. Savaş tutsaklarının önceden işledikleri suçlar nedeniyle yargılanmaları, tutsak eden ülkenin yasalarına tabidir. Savaş tutsakları, adları, doğum tarihleri, rütbeleri dışında hiçbir şey söylemek zorunda değildir. Söyletmek için baskı, işkence yapılması yasaktır.
Sözleşme gereğince, savaş tutsaklarını korumak için tarafların anlaşmasıyla “koruyucu devlet” atanır. Koruyucu devlet, çatışmaya taraf olmayan ve görevi tarafların çıkarlarını korumak olan devlettir. Çatışmanın tarafları, koruyucu devlet delegelerine her türlü kolaylığı göstermekle yükümlüdür. Koruyucu devlet, savaş tutsakları bakımından önemli bir güvencedir.
Cenevre Sözleşmeleri’nin yani insani hukukun uygulanması, insan hakları hukukunun uygulanmasına engel değildir. Bir silahlı çatışma durumunda her iki hukuk sistemi birlikte uygulama alanı bulur. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS), insan haklarının korunması bakımından savaş ile barış arasında ayrım gözetmez. Sadece savaş durumunda devletlere, Sözleşme’nin bazı maddelerini askıya alma yetkisi verir.
Uluslararası Adalet Divanı, İsrail’in işgal ettiği topraklarda inşa ettiği “duvar” ile ilgili olarak verdiği danışma görüşü, hem insan hakları hukukunu hem de insanı hukuku dikkate alacağını belirtir.
AİHS, ilke olarak taraf devletlerin sınırları içindeki bireylerin temel hak ve özgürlüklerini korur. Ancak, Sözleşme’ye taraf bir devlet sınır dışı askeri harekât yapıp başka bir devletin topraklarında etkili bir kontrol sağlamışsa, o yerlerdeki insan hakları ihlallerinden sorumlu olur. AİHM’in bu yerleşmiş içtihadının pek çok örneği bulunmakta. Türkiye’nin KKTC’de asker bulundurarak Kuzey Kıbrıs’ta etkili bir kontrol sağladığı gerekçesiyle, AİHM, KKTC’deki bütün insan hakları ihlallerinden Türkiye’yi sorumlu tutmuştur. Aynı şekilde Al Skeini/ İngiltere (2011) kararında, İngiltere’nin Basra’da bulundurduğu askeri güç nedeniyle, bu bölgenin kontrolünü elinde tuttuğu ve güvenlik gerekçesiyle de olsa, meydana gelen ölümlerden İngiltere’nin sorumlu olduğu sonucuna varmıştır.
Dolayısıyla Türkiye’nin kontrolü altında bulunan Suriye’nin kuzeyindeki bölgelerde, Türk Silahlı Kuvvetleriyle birlikte Milli Suriye Ordusu adı altında operasyona katılan grupların yol açtığı insan hakları ihlallerinden Türkiye sorumlu olacaktır. Bu bölgelerde insan hakları hukuku geçerli olacağından, Türkiye’nin burada yaşayanların yaşam hakkı, işkence yasağı, ifade ve toplantı özgürlüğü gibi temel insan haklarını ihlal etmemekle kalmayıp, aynı zamanda bunları koruyacak önlemleri alma yükümlülüğü vardır. Örneğin, bir yaşam hakkı ihlali söz konusuysa, etkili bir soruşturma yürütüp failleri yargı önüne çıkarması gerekir.
Kendi vatandaşlarının temel hak ve özgürlüklerine saygı göstermeyen devletlerin, yabancı bir ülkede kontrol altına aldıkları bölgelerde yaşayanların insan haklarını korumaları inandırıcı geliyor mu?