Rıza Türmen

09 Eylül 2023

Feshane'de demokrasi

Savcının, Feshane’deki sergiye açtığı soruşturma Türkiye’deki rejimin gerçek yüzünü ortaya koymuyor mu? Savcının açtığı bu soruşturmaya, ifade özgürlüğüne yapılan bu yersiz müdahaleye toplumun büyük bir tepki göstermesi beklenirdi. Pek öyle olmadı

Sonunda bunu da gördük: İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, İBB’nin İstanbul Feshane’de açtığı “Ortadan Başlamak” adlı sergiye "halkı kin ve düşmanlığa tahrik" suçundan soruşturma başlattı. Savcılık, serginin organizasyonu ve düzenlenmesinden sorumlu kişilerin, yani söz konusu suçu işlediğinden kuşku duyulan kişilerin kimliklerini istedi. Daha önce bazı İslamcı gruplar, sergide cinsellik ve çıplaklık içeren eserler bulunduğu, "LGBTİ+ propagandası yapıldığı" gerekçesiyle serginin kapatılmasını istemişlerdi. Savcılık da bu seslere kulak kabartmış olacak ki soruşturma başlattı. Soruşturma sonunda suçlu görülen kişilere dava açılacak. Böyle bir soruşturma için hayal gücünün epeyce zorlanmasına gereksinim var. Sergideki eserlerde bulunduğu iddia edilen çıplaklık, cinsellik ya da LGBTİ+ propagandası ile halkın nasıl kin ve düşmanlığa tahrik edildiğini, savcılığın nasıl bir illiyet bağı kurduğunu anlamak güç.

Sanatta, çıplaklık ve cinselliğin halkı kin ve düşmanlığa tahrik edebileceği ne eski Yunanlıların, Romalıların ne de Rönesans dönemi sanatçıların aklına hiç gelmemişti. Bir bakıma, savcılığın sanata yeni bir yorum getirdiği düşünebilir. Savcılık sergideki eserlerde suç unsuru  bulursa işimiz epeyce güçleşecek. O zaman, örneğin Arkeoloji Müzesi'ndeki çıplak erkek ve kadın heykellerini kaldırmak ya da önlerine, arkalarına yaprak koymak ya da müzelerimizdeki çıplak kadın resimlerini tersine çevirmek gerekecek. Bu arada son Halife Abdulmecid Efendi’nin çıplak kadın vücutlarını da içeren güzel resimlerine nasıl bir kılıf bulacağımızı düşünmeliyiz. Bu resimler karşısında Savcılığın tutumunun ne olacağı ayrı bir merak konusu.

Savcılığın sergi ile ilgili soruşturma açması vahim bir ifade özgürlüğü ihlali. Soruşturma sonunda dava açılmayıp takipsizlik kararı verilse bile, soruşturma açılmış olmasının sanatçılar ve sergiyi düzenleyenler üzerinde yaratacağı baskı ve caydırıcı etki ifade özgürlüğünün ihlali için yeterli.

Sergiyi beğenmeyebilirsiniz. Sergilenen eserleri eleştirebilirsiniz. Ancak AİHM’in her ifade özgürlüğü davasında yinelediği “devleti ya da halkın bir bölümünü incitici, şok edici, rahatsız edici olması” cümlesi sanat eserleri için büsbütün geçerli. Sanat ancak özgür bir ortamda gelişir. Sanatçının yaratıcılığı, özgürlüğü ile sıkı sıkıya bağlıdır. Avrupa Konseyi çerçevesinde düzenlenen bir serginin sloganı şuydu: “Yaratmak için özgür olmak, özgür olmak için yaratmak.”

Demokrasilerde, sanatçılar toplumun ilerisinde, toplumun her zaman benimsemediği yeni, değişik yaklaşımlarla ortaya çıkarlar. Devletin yükümlülüğü, sanatçıların rahatça, özgürce çalışabileceği bir ortam yaratmak, sanatçının ifade özgürlüğünü korumaktır. AİHM, Alinak/Türkiye kararında şöyle der:

“Sanat eserlerini yaratanlar, icra edenler, yayanlar ya da sergileyenler, demokratik bir toplum için esas olan fikir ve düşüncelerin alışverişine katkıda bulunurlar. O nedenle Devlet’in sanatçının ifade özgürlüğüne müdahale etmeme yükümlülüğü vardır.”

Otoriter-totaliter yönetimlerde ise sanatın rolü farklıdır. Bu tür rejimlerde ifade özgürlüğü, sanatçının özgürce kendini ifade etmesi, rejime bir tehdit oluşturur. Otoriter bir rejim buna izin vermez. Otoriter rejimlerde böyle tehlikeli sanat eserleri yasaklanır. Rejim, sanat üzerinde sıkı bir kontrol kurar. İfade özgürlüğü sadece rejimin amaçlarına hizmet eden sanat eserleri için vardır. Tarihte bunun örneklerini çok gördük.

Nazi rejiminde makbul sanat, Aryan ırkını öven, Almanya’nın doğal güzelliklerini ortaya koyan sanattı. Modern, soyut eserler, Yahudi sanatçıların yaptıkları eserler “dejenere” sanattı. Hitler bunlar için “kalem ya da fırça tutan hastalıklı beyinler” derdi. 1930’larda Stalin, sanatçıların üslup ve içerik bakımından uymaları gereken kriterleri saptadı. Ancak rejim çizgisinde olan ve rejime hizmet eden sanat eserlerine izin vardı. Pinochet iktidara gelince duvara resim yapan grafitti sanatçılarını öldürttü.

Çinli sanatçı Ai Weiwei, Çin’deki diktatörlüğe meydan okuyan, bütün baskılara karşın özgürce yaratmayı sürdüren cesur bir sanatçı ve insan hakları aktivisti. Eserleri Türkiye’de de sergilendi. İktidarın çizgisine girmemekteki direnişinin bedelini ödedi. Büyük bir özenle yaptığı stüdyosu ve içindeki bütün eserleri güvenlik güçlerince yerle bir edildi, kendisi tutuklandı.

Ai Weiwei şöyle der: “İfade özgürlüğümüzün olmadığı yerde çağdaş dünya da yoktur. Sadece barbarlık dünyası mevcuttur. Bireysel özgürlükleri sınırlayan ve insan haklarını ihlal eden bir toplumda, yaratıcılık ve bağımsızlık da bir aldatmacadır. Totaliter bir toplumda tutkuyla ve hayal gücüyle bir şey yaratmak olanaksızdır.”

Savcının, Feshane’deki sergiye açtığı soruşturma Türkiye’deki rejimin gerçek yüzünü ortaya koymuyor mu?

Savcının açtığı bu soruşturmaya, ifade özgürlüğüne yapılan bu yersiz müdahaleye toplumun büyük bir tepki göstermesi beklenirdi. Pek öyle olmadı. Sivil toplumdan gelen birkaç itiraz sesi dışında fazla bir ses çıkmadı. Oysa Türkiye’de bir demokrasi mücadelesi yürütülüyorsa, insan hakları ve demokrasiye indirilen bu ağır darbe karşısında gösterilecek toplumsal tepki demokrasi mücadelesinin de bir göstergesi olmalı.

Bu noktada siyasal partilerin sessizliğinin üzerinde ayrıca durmak gerekir. Bu sessizliği nasıl yorumlamalı? Muhalefet partileri ya bu soruşturmanın Türkiye’de demokrasi bakımından ne anlama geldiğini anlamadılar, ya da sergiyi protesto eden grupları karşılarına almak istemiyorlar. Muhafazakar kitleleri karşısına almamak kaygısının Türkiye’yi getirdiği nokta son seçimlerde açık bir biçimde görüldü. Bu kaygı muhalefeti felce uğratıyor, inandırıcılığını yitirmesine yol açıyor, halka güven vermekten uzaklaştırıyor, yeni bir Türkiye vizyonu yaratılmasını engelliyor. Oysa muhalif siyasal partilerin, ancak otoriter totaliter rejimlerde olabilecek bir soruşturmaya karşı demokratik güçlerle birlikte  güçlü bir itiraz sesi çıkarmaları, demokrasi adına protesto mitingleri düzenlemeleri beklenirdi.

Unutmamak gerekir ki, otoriter totaliter rejimler sessiz kitlelerin omuzları üstünde yükselir. Devletin sanata yargı yoluyla müdahalesi bir uç otoriterlik ifadesi. Buna karşı sessiz kalmak, otoriter rejimi kabul etmek, böyle bir rejimin temel hak ve özgürlükleri ortadan kaldırmasına seyirci kalmak anlamına gelir. Siyasal partiler bakımından ise demokratik sorumluluktan kaçmak sonucunu doğurur. Böyle bir soruşturma karşısında sessiz kalmak otoriter rejime teslim olmak, o rejime koşulsuz bir biçimde itaat etmektir. Gelecekteki insan hakkı ihlallerine açık bir çek vermektir. Bu gönüllü kölelikten başka bir şey değildir.

Açılan soruşturma, hukuki pozitivizmin “yasa yasadır” söylemine sığınılarak haklı gösterilemez. Burada önemli olan yasanın hangi amaçla kullanıldığı ve soruşturmanın kime, neye hizmet ettiğidir. Elbette bir hukuk devletinde temel hak ve özgürlüklerin koruyucusu hukuktur. Ancak Türkiye gibi hukuk devleti ilkelerinin geçerli olmadığı, yargı bağımsızlığının çok tartışmalı olduğu, insanların yargıya güvenmediği bir ülkede temel hak ve özgürlüklerin uygulanması egemenin kararlarına terk edilmiştir.

İktidarın kötüye kullanılması karşısında direnme hakkı doğar. Yurttaş itaatsizliği demokrasilerde temel haklar arasındadır. BM. İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’nde belirtildiği gibi, insan haklarının hukukun üstünlüğü ile korunmadığı durumlarda tahakküm ve baskıya karşı başkaldırmak meşru bir haktır.

Feshane soruşturmasına karşı sivil toplumun ve muhalefetin ortak ve güçlü bir itiraz sesi yükselmesi, sindirilmiş bir toplumla demokrasi mücadelesi veren, direnen bir toplum arasında yapılacak bir tercihtir.

Rıza Türmen kimdir?

Türkiye'nin önde gelen insan hakları hukukçularından ve diplomatlarından olan Rıza Türmen İstanbul'da doğdu. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirdi.

Kanada Montreal McGill Üniversitesi'nden hukuk yüksek lisansı, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden Siyasal Bilimler doktorası aldı.

Avukatlık stajını yaptıktan sonra, 1966 yılında Dışişleri Bakanlığı'na girdi. Dışişleri Bakanlığı'nda çeşitli görevlerde bulundu.

1985'de Singapur'a ilk Türk Büyükelçisi olarak atandı.

1993 Birleşmiş Milletler Dünya İnsan Hakları Konferansı'nda ve AGİT, İnsani Boyut Toplantıları'nda Türk Heyeti Başkanlığı'nı yaptı.

1994'te İsviçre'ye Büyükelçi olarak atandı. 1996'da Türkiye'nin Avrupa Konseyi Daimi Temsilcisi oldu.

1998 yılında Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi tarafından Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi yargıçlığına seçildi. 2008 yılına kadar bu görevi sürdürdü.

2008'de Türkiye'ye döndükten sonra 10 yıl Milliyet gazetesinde köşe yazıları yazdı.

2011 seçimlerinde CHP İzmir Milletvekili olarak parlamentoya girdi. TBMM Adalet Komisyonu ile Anayasa Uzlaşma Komisyonu'nda görev yaptı.

2009 yılında Türkiye Barolar Birliği Yılın Hukukçusu Ödülü, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Basın Özgürlüğü Ödülü, Orta Doğu Teknik Üniversitesi Üstün Hizmet Ödülü, 2010 yılında Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği'nin Cumhuriyet Ödülü Rıza Türmen'e verildi.

İnsan Hakları ve hukuk konularında yerli ve yabancı dergilerde yayınlanmış çok sayıda makale ile kitap bölümleri kaleme aldı. "Güçsüzlerin Gücü-Türkiye'de İnsan Hakları" ve "Türkiye'de Demokrasi Arayışı" adlı iki kitabı yayımlandı.

Halen demokrasi, insan hakları ve hukuk devleti alanlarında faaliyet gösteren sivil toplum kuruluşlarında çalışmalarını sürdüren Rıza Türmen, Türkiye Barolar Birliği İnsan Hakları Merkezi'nin eş sözcülüğünü yapıyor.

Sanata yakın ilgi duyan ve yaklaşık 40 yıldır çello (viyolonsel) çalan Rıza Türmen, T24'te 2013 yılından beri, ağırlıklı olarak temel haklar, insan hakları, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları, genel hukuk ve politika konularında yazılar yazıyor.