Türkiye ağlayan analar ülkesidir. Analar ağlar. Yitirdiği, başına ne geldiğini bilmediği, ölüsünü bile göremediği çocukları için, eşi için ağlar. Yasını tutamadığı sevdikleri için ağlar. Tabutu bayrağa sarılı çocuğunun yaşanmayacak olan yılları için ağlar. Bu gözyaşlarında sadece üzüntü değil, öfke de vardır.
Önemli olan acılı analar arasında ayrım yapmadan bütün anaları kucaklamak, anaların sesini duymak. Devlet olarak sorumluları bulup yargı önüne çıkarmak. Anaların acıları biraz olsun böyle sarılır. Ama bunu böyle yapmayıp tersine, bazı acılı anaları “bizden” diye göklere çıkarırken, “bizden” olmayan anaların üstüne göz yaşartıcı bombalarla, coplarla polisi saldırtıyorsak bu, anaların acısı üzerinden siyasal rant peşinde koşmak olur. Anaların acısını ve öfkesini artırır.
Oğlu Üzeyir Kurt’u, en son köy meydanında jandarmanın arasında, dayaktan yüzü gözü şişmiş bir halde gören, ona üşümesin diye ceket ile sigara getiren bir daha da oğlundan haber alamayan Koçeri annenin, ya da eşi kahvede otururken iki sivil polis tarafından zorla bir araca bindirilerek kaçırılan bir daha da eşinden haber alamayan Enzile Özdemir’in acısını paylaşmıyorsak , HDP binası önünde oturup çocuklarını arayan ya da genç çocuğunu yitiren şehit annelerinin de acısını anlayamayız.
Gerçekte hepsi aynı sorunun parçaları. Türkiye’de “zorla kaybedilmeler” adı altında büyük bir sorun var. 1980 ile 2015 arasında zorla kaybedilenlerin sayısı 1353. Bu 1353 kişi devlet denetimi altındayken kayboluyorlar ve kendilerinden bir daha haber alınamıyor. Cesetleri ortada yok. Mezarları da yok. Avrupa Konseyi üyesi ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne taraf 47 devletin hiçbirinde böyle bir sorun görülmüyor. Zorla kaybedilmeler en çok 1990’lı yıllarda meydana geliyor. Ama bugün de sorunun tamamen bittiği söylenemez. Devletin bu sorunu çözme konusundaki isteksizliği ise her dönem aynı. Değişen birşey yok.
Değişen bir şey var. Yakın zamanlara dek Cumartesi Anneleri’nin kaybolan yakınlarının bulunmasını taleb etmelerine devlet ses çıkarmazdı. Toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkının kullanılması olarak görülürdü. Cumartesi Anneleri her cumartesi Galatasaray Lisesi önünde kaybolan yakınlarının fotoğraflarını taşıyarak oturma eylemi yaparlardı. Şimdi buna izin verilmiyor. Böyle bir eylem derhal kolluk güçleri tarafından orantısız, gereksiz bir şiddete başvurularak bastırılıyor.
Zorla kaybedilmelerin uluslararası hukuktaki tanımı, kişinin iradesi dışında, devlet ajanları tarafından ya da devletin zımni onayı ile, hukuka aykırı bir biçimde, özgürlüğünden yoksun bırakılması. Bu açıdan bakılınca, HDP il binası önünde oturan annelerle Cumartesi Anneleri’nin aynı sepete konulamayacağı, çocuklarının PKK tarafından kaçırıldığı savında devlet müdahalesinin bulunmadığı, bu nedenle “ zorla kaybedilmeler” kapsamına girmediği ileri sürülebilir.
Buna karşı, iki grup arasında, devletin, AİHM kararlarında belirtilen yükümlülükleri bakımından ortak özellikler bulunmakta.
Devlet denetimine alındıktan sonra, akıbeti belli olmayan zorla kaybedilmelerde AİHM’in içtihadı açık. Timurtaş/Türkiye ve onu izleyen birçok davada, devlet denetimindeyken kaybolan kişilerin, belirli bir süre geçtikten sonra öldükleri kabul ediliyor ve bundan devlet sorumlu tutuluyor. Devletin sorumlu olmadığını somut kanıtlarla ispat etmesi gerekiyor. Başka bir deyişle, ispat yükü yer değiştiriyor. İlke olarak, AİHM’e başvuranın, devletin sorumlu olduğunu “makul bir kuşkunun ötesinde” kanıtlaması aranırken, zorla kaybedilmelerde devletin sorumlu olmadığını kanıtlaması isteniyor.
Devletin yükümlülükleri bununla sınırlı değil. Devletin yaşam hakkını koruma yükümlülüğü var. AİHM’e göre, “Devlet sadece kasıtlı ve hukuka aykırı olarak yaşama son vememekle değil, aynı zamanda kendi yetki alanı içindekilerin yaşam hakkını koruyacak önlemleri almakla da yükümlüdür.” (Centre for Legal Resources/Romanya). Devlet bu yükümlülüğünü yerine getirmezse, Sözleşme’nin yaşam hakkına ilişkin 2.maddesini ihlal etmiş olur. Devletin 2.madde altında sorumluluğunun doğması için mutlaka ölüm olayının gerçekleşmesi aranmaz. Yaşama yönelen ciddi bir tehdidin bulunması yeterli.
Devletin yaşam hakkına ilişkin başka yükümlülükleri de var. Yaşama son verilmesi karşısında devlet etkili bir soruşturma yürütmek zorunda. Soruşturma, ölüme yol açanı bulmak ve cezalandırılması için yargı önüne çıkarmaya yönelik olmalı. Aynı zamanda bu kişinin cezalandırılmasını sağlayacak bir yasal çerçeve bulunmalı.
Zorla kaybedilenlerle ilgili çok sayıdaki AİHM kararlarının ortak özelliği, mağdurun devlet ajanları tarafından özgürlüğünden yoksun bırakıldığının görgü tanıkları gibi somut kanıtlarla belirlenmesine karşın devletin bunu reddetmesi, soruşturmanın etkisiz olması, yüzde 75’nin sürüncemede kalması ve bunun sonucu suç işleyen devlet ajanlarının cezalandırılmaması. Cezasızlık Türk yargı sisteminin büyük bir sorunu. Devlet suç işleyen resmi görevlilere kol kanat germekle hem suça ortak oluyor, hem de suç işlemeye teşvik ediyor.
Devletin yaşam hakkına ilişkin yükümlülükleri HDP binası önünde bekleyen anneler için de geçerli. Devlet çocukların kaçırıldığını biliyor ya da bilmesi gerekiyorsa,bunu önlemek için önlem almış mı? Kaçırılan ve uzun süre kendilerinden haber alınamayan çocuklarla ilgili etkili bir soruşturma yürütüyor mu? Annelerin devletten bunları talep etmeleri gerekir. Çocukların akıbeti, kaçırıldılar mı, yoksa kendi rızalarıyla mı gittiler ancak böyle bir soruşturmanın sonuçunda belli olur. Kaçırıldılarsa, kolluğun kaçıranları bulup yargı önüne çıkarması gerekir. Ama bütün bunlar için, anneler merdivenlerde oturmakla yetinmeyip adalet mekanizmasını harekete geçirmeli. O nedenle annelerin muhatabı devlet ve devletin yargı sistemi.
Devletin ise, Cumartesi Anneleriyle HDP binası önündeki anneler arasında bir ayrım yapmadan, ulusal ve uluslararası hukukdan doğan yükümlülüklerini özenle yerine getirmesi önemli.
Annelerin acıları ancak böyle hafifletilebilir.