Ben Zülfü Livaneli’yi severim.
İlk gençliğimin esrik öykülerinde saklıdır.
Severim.
Kuşağımın ozanıdır. Schaup Lorenz marka mono teyplerimizin, mütevazi sesiydi.
Severim.
Girilmiş kavgaların, sıkılı yumrukların, kaldırılan cenazelerin, yitik sevdaların diliydi.
Ben Zülfü Livaneli’yi severim.
Düzgün bir insandı. Neyse oydu.
Delikanlılığımızın verdiği haset ve ‘neden eskisi kadar masum değil ki’ dediğimizde bile eleştirimizde bir gerçek saklıydı.
Zülfü Livaneli ‘komple artist’ olmuştu.
Müzisyendi, yazardı, resim çizer, film yapardı.
İşin gerçeği hepsini de iyi yapardı.
Kendisiyle mi övünürdü. Tercih etmesek de ancak onun kıratında olanların yapabileceği bir eleştiri olarak kayıtlara geçmeliydi.
Zülfü Livaneli 1970’lerin devrim hülyasının ürünüydü.
1980’lerde ise direnme inancının sembolüydü.
Yaşamayan anlamaz. Cunta döneminde evlerde sesi kısılıp, gizlice dinlenen ‘İnce Memed’ albümü, inancımızı yıkadığımız, geceleri uyumadan önce ille de gizlediğimiz bir “kaçaktı.”
(Livaneli, nedense o albüme hak ettiği değeri hiç vermedi)
Ben Zülfü Livaneli’yi İstanbul’a belediye başkanı olmak istediğinde de sevdim. Hani o bel altı vuruşlar vardı. Üniversiteyi bitirememişti de, askere kızan beste yapmıştı da falan filan.
Bir aydının çaresizliğini gözlerinden okuduğum için sevdim.
Deniz Baykal’ın vitrin süsü olmak istemediği için sevdim.
Bir şarkısı vardı;
“Okulda defterime, Sırama ağaçlara
Yazarım adını
Okunmuş yapraklara, Bembeyaz sayfalara
Yazarım adını
…
Geri gelen sağlığa, Geçen her tehlikeye
Yazarım ben adını, yazarım
Bir sözün coşkusuyla, Dönüyorum hayata
Senin için doğmuşum haykırmaya
Ey Özgürlük.”
Paul Eluard’ın bu sembol şiiri, onun bestesiyle 1980’lerin ölü toprağında bir kardelen çiçeğiydi.
Bir telefon firmasına reklam jingle’ı olarak verdi. Ben de dinledim, üzüldüm.
‘Daha çok dinleyiciye hitap etmemin, ulaşmanın yolu bu olmamalıydı’ diye düşündüm. Bazı eserler yaratıcısını aşar. Eser yaratanı bağlar, Guernica tablosuna bakan ve “bunu kim yaptı” diyen Nazi subayına, “siz yaptınız” diyebilen Picasso gibi.
O şarkı ile ölenler, işkencede direnenler, yakınını yitirenler teselli buldu. O dörtlüklerle iman tazelendi.
Uğruna feda edilmiş inançların da kırk yıllık hatırı vardı.
Ben Zülfü Livaneli’yi niye severim?
Hatasından dönebilme erdemini gösterdiği için.
“Özgürlük” bizimdir. Bizim kalacak!