Rengin Soysal

19 Haziran 2016

Geçen eylül kaybettiğim çok kıymetli babam Muzaffer Soysal için

O son harçlığımı saklıyorum, ömrüm oldukça da saklayacağım.

Babacığım,

Bunun yazdığım en zor yazı olacağını daha başlamadan biliyorum. Senden sonra aylarca tek satır yazamamıştım bu yüzden.

Sonra yazıya döndüm ama seni anlatmaya hazır değildim, hâlâ değilim.

Acın demlendikçe çoğalıyor; yokluğunu idrak ettikçe koyulaşıyor acımın demi.

Ben doğduğumda öyle olağanüstü bir sevinçle sevinmişsin ki, şahit olanlar sevincinin büyüklüğünü hayretle anlatırlar. Benim şimdi çektiğim acı kadar büyük müydü sevincin babacığım, ben ondan mı bugün böyle yastayım?

Bu sensiz ilk babalar günüm.

Bir bilsen nasıl yanıyor içim.

Halbuki farkındaydım, sen hep beni bugünlere hazırlamaya çalışıyordun. Bunu anladığım zamanlarda isyan ediyordum, kızıyordum sana; sanki gitmemek elindeymiş gibi. Sen de bunu sezmiş, “üzülme kızım” demiştin bir defasında “ben artık buralarda olmadığımda da senden haberim olur, hissederim”.

Ve hep yokluğunda bocalayacağım şeyleri öğretmeye çalışıyordun bana. Reddediyordum, sanki öğrenmezsem yanımda kalma süreni uzatacakmışım gibi geliyordu belki de.

Haklıymışsın,  bugün birer birer karşıma çıkıyor o şeyler, ne yapacağımı bilemiyorum.  Kimse senin gibi benim yerime halletmiyor işleri, sorularımı cevaplamakta herkes yetersiz kalıyor.

Hayatım boyunca desteğini hissetmediğim tek bir an olmadı. Doğrudan göstermediğin zamanlarda bile.

Doksan yaşındaydın, problemli bir dişim için diş doktoruna gitmiştim, dişçi koltuğunda otururken bir de baktım sen giriverdin muayenehaneye. Beni merak etmiş, yalnız bırakmamak için o yaşında iki kat merdiven çıkmayı göze almıştın.

 

Beni sevindirmeyi severdin. Yıllar önce bir doğum günümde İstanbul’a müthiş bir kar yağmış, yollar kapanmış, araçlar işlememiş, insanlar kayıp düşmemek için evlerinden çıkamamıştı. Bütün arkadaşlar, dostlar birer birer telefon ediyor, beni kutlayıp, hava şartlarından dolayı gelemeyeceklerini haber veriyorlardı.

Sense bütün ısrarlarımıza rağmen bizi dinlememiş bana pasta almak için evden çıkmıştın. Dönmekte geciktin, elinde pasta kutusu ile geldiğinde üstünün başının halinden bir fevkaladelik olduğunu anladık.

Sonra gülerek, kendinle dalga geçerek, komik bir hikaye gibi anlattın bize: Sen kaldırımın kenarında yürürken, buz tutmuş yolda kayan bir araba gelip sana çarpmış, düşmüşsün. Yardım etmek için yanına koşan sürücüye “bu havada ne işin var sokakta” diye çıkışmışsın. O da “ben işadamıyım” demiş. Sen adamın çok eski model, kaplumbağa tipi Volkswagen otomobilini gösterip “işadamıysan bu arabada işin ne” demişsin.

En karakteristik özelliğindi esasen her olayın matrak bir yönünü bulmak. Her zaman hazırcevaptın, inanılmaz zeki esprilerin vardı. Tahmin ediyorsundur, seni kaybettiğimizde, seni tanıyan herkes espritüellinden, muzipliğinden söz açtı. Hatıralarında yer eden, anlatıldığında hâlâ güldüren nüktelerinden misal verdi.

Bir de “bende çok hakkı vardır” diyerek onlara yaptığın iyilikleri, yardımları, dostlukları anlattı bana birçok kişi.  Bu yaptıklarının hiçbirinden haberimiz olmamıştı bizim.

Doğruluğundan, dürüstlüğünden bahsetmeye gerek görmüyorum, bu hepimize en çok verdiğin öğüttü zaten. Menderes devrinde, kuzenimin hatıra defterine “Daima doğru ol; bak Galata Kulesi ile Beyazıt Kulesi doğru oldukları için istimlakten kurtuldular” diye yazmışsın. Tam sana göre, kişiliğinin en belirgin iki yönünü buluşturan bir ifade.

Başka babalara pek benzemezdin galiba; toplumun genel geçer yargılarına farklı bakardın.

Sanıyorum 1970’li yılların başlarıydı, yine yanılmıyorsam Milliyet gazetesinde Nâzım Hikmet’in oğlu Memet’le yapılmış bir röportaj yayınlanmıştı. O röportajda Memet Hikmet babası hakkında ağır sözler söylemiş, kendisine hiç babalık yapmamakla suçlamıştı.

Ben henüz çocuk denilecek bir yaştaydım, bu röportajı okuduğumda “ne kötü bir adammış” demiştim sana. “O öyle sıradan insanlar gibi değerlendirilmez” cevabını almıştım, “o Nâzım Hikmet,  büyük bir şair, ona öyle bakacaksın.”

Oysa sen hep iyi bir baba olmuş, önceliğini hep çocukların, ailen almıştı ve bunu bize hiç hissettirmeden yapmıştın. Ama yeteneğe, bilime, bilgiye, çok değer verirdin.

Sen de çok güzel resim ve karikatür yapardın belki ondan. Ancak çoktandır bir aile kaderi olduğuna inandığım gibi yeteneklerini değerlendirmekten imtina etmiştin. Bu yüzden hayata dair hep bir kırıklığın olduğunu ancak birkaç yıl önce anlamıştım.

Hiçbir zaman herkesle iyi geçineyim derdin olmadı. Kimsenin hoşuna gitmeye çalışmadın. Sen seni anlayacak insanlarla olmayı tercih ettin daima.

Laf aramızda sözünü sakınmadığından kırıcı da olabilirdin fakat en gönül alıcı sözleri de senden duyardım.

Babacığım şimdi senin evinde sensiz yaşamanın kederi ne ağır bir bilsen.

Evi dolduran sesin sedan, esprilerin, sayende yükselen kahkahalar yok.

Evin kapısını anahtarımla açıp girdiğimde “minnoş hoş geldin” diye sevinmiyorsun...

Ben evime dönerken ya da bir yere giderken arkamdan dua ederek beni uğurlamıyorsun…

Haberlerden, siyasetten, olup bitenlerden konuşup fikrini sorduğum, televizyonda bilgi yarışması seyrederken en zor sorularda kendisine döndüğümde mutlaka doğru cevabı aldığım birisi yok.

Birikimlerinden, deneyimlerinden, bildiklerinden süzülen hikayeler anlatan kimse yok.

Issız kaldı gezip dolaştığım her yer.

Telefonumun çağrı listesinde en çok senin adın kayıtlıymış meğerse.

Şöyle bir bakıyorum da sahip olduğum ne varsa sen sağlamışsın ömrüm boyunca; senden sonra sıkıntıya girmememi garanti etmeye uğraşmışsın. Benim kendi kendime yaptığım bir şey yok.

En çok neye üzülüyorum biliyor musun, bizim için bunca fedakârlık gösterip de son günlerinde bile “size yük oluyorum” diye o kadar korkmandan.

Zerre yükün olmadı halbuki, bir deri bir kemik kalmıştın, çok halsizdin,  yardımcımızın geldiği bir iki gün haricinde odandaki çöp kutusunu dahi sen boşaltıyordun yeter ki o iş benim üstüme kalmasın diye.

Pırıl pırıl bir zekan vardı, ta ki son anına kadar da aklın hep başındaydı.

Zekan gibi sezgilerin de çok kuvvetliydi.  Sezgide zekanın payı yüksek olduğundan muhtemelen.

Ölümünden iki gün önce parmağınla işaret edip “iki günüm kaldı” demiştin. Bana çok sonra söylediler, seni hastaneye götürdüğümüzde de kaç saatin kaldığını söylemişsin.

Ölümünden bir hafta kadar önce beni odana çağırıp, cüzdanında duran parayı göstermiş, “bunu sana kurban bayramında verecektim” demiştin. Bayramlarda harçlık verme adetini bu yaşımızda bile sürdürüyordun. “Bayramda verirsin” demiştim ben de, anlamak istemeyerek. Arife günü kaybettik seni ve bayramın birinci gün, her ziyaretimizde “yanına geleceğim oğlum” dediğin Ahmet abimin yanı başına, toprağa verdik.

O son harçlığımı saklıyorum, ömrüm oldukça da saklayacağım.

Çocukluğumdan bu yaşıma, elmaydı armuttu, kavundu karpuzdu sen soyup doğrayıp bana ikram ederdin ya daima, hâlâ beceriksizim, öğrenemedim meyve soymayı merak ediyorsan, söyleyeyim.

En çok sen şımartırdın beni, hayatım boyunca da en çok sana şımardım; ve öğrendim ki babalarının şımarttığı kızlar başka kimseye şımarmazlarmış. Sen de bunu bil istedim.

Babalar günün kutlu olsun babacığım.