Nilüfer’in, zamanında çok sükse yapmış, Son Perde adlı bir şarkısı vardı. Acılar pek yakında/Bu filmi görmüştüm ben/Senden önce defalarca… Ah kaçıncı darbe bu/Ah bu kaçıncı perde/Anlamıyor yüreğim gel de kendin söyle… diyen bu duygusal şarkıyı ne zaman dinlesem aklıma sevdaların değil de darbelerin gelmesi ne acıklı bir moral deformasyon…
Ne kadar bize özgü bir çağrışım bozukluğu…
Çetin Altan “Hayal ettiğim ülke bu değildi” demişti son yazısında… Çetin Altan’dan bir ay önce kaybettiğim ve ondan on yaş büyük babam “demek demokrasinin geldiğini görmeden ölecekmişim” diyordu son zamanlarında…
Ağlama yüreğim yar gelmez/Gelse de artık fark etmez/Ha döndü dönecek ömür bitiyor/ Kış ortasında bahar gelmez… dedikçe şarkının sözleri, “yar” yerine “demokrasiyi” koyuyor, gidenleri hatırlıyor ve hüzünleniyorum şimdi.
Godot’yu Beklerken’in yazarı Samuel Beckett Türkiye’de yaşamış olsaydı, büyük ihtimalle Godot’yu demokrasi olarak tahayyül ederdi…
Çünkü demokrasi layıkıyla hiç gelmedi Türkiye’ye.
Demokrasiyle yönetildikleri için özendiğimiz ülkelerin niçin öyle olduklarını pek merak etmedik biz.
Her aksaklığın darbeyle çözüleceğine inandı kimimiz…
Dini kurallar geçerli olursa düzlüğe çıkacağına inandı bazımız…
Otoriterleşmede keramet bulanlarımız oldu…
Ancak pek azımız ısrarla, inatla vazgeçmedi demokrasi talebinden.
En çok da onlar yadırgandı, eleştirildi, şimşekleri üstüne çekti.
Zira gerçek demokrasinin ne olduğunu bilmedi çoğunluğumuz.
Kemal Kılıçdaroğlu, Taksim’deki demokrasi mitinginde darbeye de diktaya da karşı olduğunu açıkladı manifestosunda. CHP’nin demokrasi mitingi düzenlemesi de, bu mitinge yüz binlerce kişinin katılması da umut verici bir gelişme.
Ama o yüz binlerin, milyonların, bütün vatandaşların özgürlükçü demokrasiyi tanımalarına, anlamalarına, benimsemelerine şu son feci darbe girişimini lanetlemek yetmez.
O korkunç gecede tankların üstüne çıkanların, ateşe karşı yürüyenlerin hakkı ödenmez…
Yalnız açık konuşmalı ki o meşum 15 Temmuz gecesi darbeye karşı koyanların hepsinin bunu demokrasi uğruna yaptıklarını söyleyemeyiz. ..
Yine, darbe girişiminin kimin tarafından gerçekleştirildiğinin belli olmadığı ilk saatlerde aramızdan bazılarının memnuniyet duyduğunu da inkâr edemeyiz.
Bu nedenle şu an oluşmuş gibi görünen fikir birliğinin demokratik adımlar derhal atılmaya başlanmazsa yanıltıcı ve kısa süreli olması kaçınılmaz.
En büyük darbesavar özgürlükçü demokrasidir şüphesiz.
Demokrasi yolculuğumuzun hep darbelerle kesintiye uğramasının da bu eksiklikten kaynaklandığını görmeliyiz.
Ordu içindeki FETÖ cuntasının, yargıdaki, emniyetteki uzantılarının temizlenmesi elbette kesin şart.
Ama geçmişimizdeki darbeleri unutturmamalı bize. 1960’da, 71’de, 80’de FETÖ yoktu.
Sincan’da tankların yürüdüğü ve 28 Şubat sürecini başlatan dönemin müsebbibi de de onlar değil.
Bugün Hasan Cemal apaçık yazdı zaten her şeyi.
Benimse bulunduğumuz noktada, birtakım belirsizlikler devam ederken zihnimi kurcalayan iki soru var:
Birincisi Allah korusun FETÖ cuntası Cumhurbaşkanı Erdoğan’a yönelik suikast planını gerçekleştirseydi TSK idareyi almak için sahaya inmeyecek miydi?
İkincisi, darbeye katılanlar verdikleri ifadede kendilerine verilen dinleme cihazlarını emrinde oldukları generallerin odalarına sabah yerleştirip, akşam mesai bitiminde aldıklarını açıklıyor. O halde o kayıtlardaki konuşmaların doğru olması gerekmez mi?
Bu bağlamda Balyoz darbe planının, 17-25 Aralık’ın yayınlanan ses kayıtları kumpas mı deşifre mi?
Ne devlet ki başarısızlığa uğramış bir darbe girişimi bizi yeniden ümitlendirdi. Geleceğe dair ümidimizin kalıcılığı hukuk çerçevesinden ayrılmadan, kimseyi haksızlığa uğratmadan “son perde”yi darbe ve dikta geleneğinin üstüne çekmemize bağlı.