LUYS Aktüel Magazin Gazetesi ve T24 işbirliğiyle
Van’a ‘Festival’ niyetiyle gittik, Göl’ü, Surp Khaç Kilisesi’ni, Akhtamar’ı ve buraları emanet ettiğimiz insanlarımızı gördük, etrafı kolaçan ettik, sorduk, soruşturduk ve yazdık…
III. Uluslararası Van Gölü Film Festivali Başkanı, Sanat Tarihçi, Bager Oğuz Oktay, arayıp, 23-29 Eylül 2014 tarihlerinde Jüri Üyesi olarak davet edince heyecanlandık…
Ermeni kelimesini kullanmamak için, kurtarıcı bir formül yani mal bulmuş Mağrip gibi, hemen Urartu adının kullanıldığı bir coğrafyadaydık. Urartu ve adı sansür edilen Ermeni medeniyetinin tam da yuvasına, Tuşba yani Van’a gidecektik… Urartu uygarlığı da söz konusuydu; ama Urartulardan her bahsedildiğinde, Ermeni uygarlığından bahsetmemenin, tarihe haksızlık ve tarihi çok eksik anlatmak olacağından dem vuruyoruz tabii...
VE TABİİ BİR DE AKHTAMAR ADASI
Van ilçelerinden birinin resmi adının, tüm Van’ın eski adı olan Tuşba olması; Ahtamara, Tamara, Tamar, Ahtamar adlarının şehirde sıkça rastlanması güzeldi… Ama sanki şehirde, Ahtamar’cılar ve Akdamar’cılar olmak üzere, iki ayrı görüş vardı… Akdamar (‘d’ ile) adının tabelalarda okunması asap bozucuydu. Ne ak’ı, ne damarı yahu dedirtiyordu insana. Birçok yerli-yabancı turistin, sırf Akdamar yazıyor diye ticarethane, restaurant veya cafelere gitmeyi reddedip, alış veriş yapmadıklarına şahit oldum. Van Belediyesi ve kaymakamlık, bu ayıbı temizlemeli ve bari Van’da bir tek Akdamar yazılmış tabela bırakmamalıdırlar.
Dönelim davetimiz münasebetiyle duyduğumuz sevince… Bağlı olduğu Gevaş belediyesinin (Allah için), gösterdiği düzen-temizlik özenine teşekkür ettiğimiz ve Surp Khaç (Aziz Haç) kilisesinin köşesinde sevinç-hüzünden ağladığımız Ahtamar’ı görecektik… Gördük de…
Diğer yandan, çoktandır ihmâl ettiğimiz, bir süre önce döndüğümüz, eski aşkımız, sinemaya da merhaba deme imkânımız doğmuştu… Avuçlarımız tam da sinemaya kaşınırken üstelik...
Yazımız, sadece bir festival-sinema yazısı olmayacak, şimdiden, uyarmak isteriz… Tabii ki, festivalden (konuşulmayı hak ediyor) bahsedecek ama aynı zamanda okurların gitmeye aşina oldukları bir yöremiz olmadığından dolayı, özellikle bu şehir ve insanından da bahsedeceğiz
YANİ FESTİVAL BAHANE, VAN, AKHTAMAR, İNSANLARIM ŞAHANEYDİ…
Bu arada, Van Gölü’nün sodalı - az tuzlu suyunda yetişen meşhur balığın adının (Ermenice) asırlardır Darekh olduğunu, 1960’lı yıllarında gittiğimiz Nor Tıbrosts ilkokulundan biliyor ve 2014’te Van’ın eskileriyle konuştuğumuzda, İnci Kefali değil Darık deyişlerini duyuyorduk.
Halis Türkçe balık adları elle sayılır kadardır. Kalkan - Kılıç gibi, akın, kavga, savaşı andırır ya da Kaya - Taş gibi doğal madde ve de Kedi-Köpek balığı gibi hayvan adlarından, Hamsi bile Arapça Hamse ‘den (beş) gelir. Kalanı Rum-Yunanca, biraz Rusça ve Ermenicedir… Zaten Rusça, Balik bir (balık) türün adıdır… Akhtamar adasına kalkan motorların karşısında, İbrahim Alkan’ın Akdamar (!) restaurant’ta nefis pişiriyorlar, rahatça yiyebilirsiniz...
Kürtçe fırtına demek olan Bager (Oğuz Oktay) adlı Festival Başkanı arkadaşımızın anlayışı ve davetiyle, Diana Yayloyan ile Tuşba yani Van’a uçtuk… Diana mı nereden çıktı? Moskova-Erivan mahreçli, siyasal bilgiler mezunu, parlak bir öğrenci, Ankara’ya gelmiş, tek başına (zaten dede ve ninesi tarafından biraz aşina olduğu) Türkçeyi öğrenmiş, yüksek lisansa başlamış; ata toprağının Van olduğunu, bugüne kadar rüyalarında hayal ettiğini ama henüz görmediğini öğrenince, çantamıza koyup getirdik… Diana’nın gözlemleri önemliydi; Üç nesil, Vanlı olarak ama onu görmemiş olmak; bir gün pat diye Van’a gelmek ne demekti?
VAN FİLM FESTİVALİ’NİN GENEL AHVÂLİ…
Festival’in bu (2014) yılki teması Göç Ve Sınır: Mülteci Yaşamlar iken, geçen yılın (2013) Barışın Diliyle, Barışa İthaf ve ilk yılınki ise (2012) ise Van İçin imiş… 2012’de, İstanbul-Çengelköy’deki 2+1 evinde, gece yarısı doğmuş bu festival fikri. Bager, üniversite yıllarında, Van’a vefa borcunu ödemek için, hep bir şeyler yapmak istermiş; mezun olduktan sonra fikir depreşmiş, ciddi düşünmeye başlamış. Önce küçük bir grup, sonra büyükle hareket etmiş ve sonunda 3 yıldır festivali (bana göre) zar-zor ama tecrübe kotara-kotara yapıyor işte… Vaz geçmedik ve vaz geçmeyeceğiz diyor hınzır-hınzır ama sempatik bir edayla, her nedense…
Arşivden, basın-medyada festivalin daha çok yer aldığını görüyorum; doğru diyor fırtına-Bager… Sabah’ta sürmanşet olduğunu görüyorum arşivden. Haber Türk Genel Yayın Yönetmenini (!) soruyorum, pişman oluyorum… Bu güne kadar defalarca ulaşmaya çalıştık ‘hemşerimize’ diyor; zaten esnafla da konuştuğumuzda Ne olur, ondan bahsetmeyin diyorlar; ne hayrını gördük Vanlı olarak, ne de bir şey bekleriz… Hatırlarsınız… Tapuda, babasından üzerine Ermeni kilisesi olduğu ortaya çıkmış, satarım demiş, dünyadan kimin malını kime satıyorsun tepkileri gelince başvursunlar, bağışlıyayım demiş, bu kez başvurmaya gerek yok, bir şey yapacaksan, gereğini yap denince tamam bağışlayacağım demiş; bir şey olmamıştı… İşte, böyle hatırlanıyor Fatih Altaylı… Fecir Alptekin’e de ulaşılmış ulaşılmasına ama söz verilmesine rağmen ne ses, ne de nefes… İstanbul’dan 8-10 gazeteci davet edebiliyorlarmış ama bu yıl son anda bazı destekleyiciler vaz geçince, festivalin açılışına iki gün kala yeni destekleyici arayışına çıkmışlar ve bütçe darlığından birçok şeyi gerçekleştirememişler…
Üç yıldır, Bahnam Ghobaldi, Alin Taşçıyan davet edilmiş. Bu yıl da, Atilla Dorsay, Hülya Uçansu, Reis Çelik, Müjde Ar, Hülya Avşar, Fatoş Güney, Türkân Şoray, Sevin Okyay, Ercan Kesal, Nuri Bilge Ceylan, Sırrı S. Önder, Mehmet Eryılmaz, Meltem Cumbul, Janset Paçal ve birlikte olmaktan içten-sıcak bir mutluluk duyacağı insanları davet etmişler. Doğrudur, Berlin, Venedik, Antalya, Adana festivallerinin çakıştığı tarih olduğundan Van’a gelememişler ama şu ölümlü dünyada, bir-iki günlüğüne dâhi gelip gitmelerini Van halkı unutmayacak, ihya olacak ve bu sevap (bakın size ne diyorum) mutlaka geri dönecektir…
Sol ayağıyla zil, sağla bateri tokmağı, sol eliyle akordeon, sağıyla org, ağzıyla mızıka çalan tek kişilik orkestra adamlığına soyunmaya zorlanırsa insan, Bager gibi 2012’te yani II. Van Gölü Film Festivali açılır da açılır, zenginleşir ama ‘perde kapandıktan’ sonra bir yıl boyu ödemekle mükellef olacağı borçlarla da tek başına kalır… Özellikle sivil toplum örgütlerine seslenmek istiyoruz: VAN GELECEK VAAT EDİYOR, DESTEKLEYİN!
Gerçekçi olmak ve hakiki bir dost olmanın verdiği acılığı ihtiva eden sözlerimizi, özelden söylüyoruz… Zira maddi destek-destekleyici eksikliği, son anda vaz geçmeler insanı çok bağlar ama bir de maddiyatla ilgisi olmayan insan-organizasyonla ilgili işler var…
Bütçe oluşturma, maddi destekleyici bulma, basın-medya ile ilişkiler, profesyonel bir ekip kurma gibi konularda İstanbul-Ankara gibi anakentlerden, destek bekliyoruz, şahsen…
Van mı ne verecek? Yedi kiliseler, Flamingo yuvaları, çeşitli gölleri, Van Gölü, Akhtamar Adası, Van Kalesi, Kedi Evi ve sürpriz teşkil edecek muazzam gezilecek-görülecek yerleri, kahvaltı masası, yemekleri, insanların kucaklayıcı gözleri, anakentlerde göremeyeceğiniz ve bulamayacağınız, uygun fiyatlarla hediye eşyası, coğrafyası, darekh balığı, sayalım mı?
Aldığımız cevaplara göre, sanatçıların Van’a önyargılı yaklaşmamasını, medya-basın ilgisini bekliyor, belediye-valilik-kaymakamlığın inatlaşmayı bırakıp, Van için el ele vermelerini, anakentlerin firma, konsolosluk, elçilik, vakıfların sürdürülebilir proje üretmelerini istiyorlar.
Unutmayalım, Van - İran’ın 400 km mesafeli potansiyeli olan Kapı Koy Sınırı’na, 100 km
iki ölçülü (duble) yolu var. Van, ülkemizin Irak, İran, Azerbaycan, Gürcistan, Türki cumhuriyetleri ve Ermenistan’a penceredir de… Her ay Ermenistan’a turist olarak giden, Ermenistan’a tuzlanmış, kilo-kilo balık yollayan esnafla tanıştık. Demir yolu varlığı önemli. Bu ülkelerde çoğunlukla, maddi, petrol potansiyeller var. Van’daki üretim çeşitliliği onlarda yok. Ticaret Odası, iş eşrafı: (…) yerli-yabancı yatırımcı, komşuda olmayan alanda yatırım yapıp, onlara hitap ederse; Van üretim-ihracat üssü olur diyorlar. Haklılar bizce… Lojistik, doğalgaz avantajı olan, serhat şehri Van’a, örnek verirsek beş bin TLa nakliyat yapan firma, döndüğünde boş gitmektense iki bin TL.a mal götürebiliyor. Desteklemek isteyen firma ve iş adamları, Van’ın bir Lojistik Merkezi olabileceğini de göz ardı etmemeleri gerekir bizce…
BÜNYEMİZDEN KOPARILMIŞ BİR PARÇAMIZ, DİANA’NIN GÖZÜYLE…
‘ (…) Şimdiye kadarki hayatımın en manidar anlarını yaşadım; ata toprağım Van’ıma rüyada değil, sahiden kavuşabildim. 1915 tarihinde kaçmak zorunda kalmış dedem öz memleketinden ve Bağdat’a varmış, Van’dan kaçmış ninemle tanışıp Erivan’a gitmişler. Torunlarına sürekli Van’ı anlatırdı; torununun, 99 yıl sonra gördüğünü bilseydi keşke Şehirde ilk gün hüzündü… Ermeni medeniyeti izlerini keşif eder gibi aradım. 3 bin yıllık tarih-medeniyet, 99 yılda yok olmuştu; Bazı Ermeni evlerini bulduk, harabe, içler acısıydı... Akhtamar’ın hâlâ Akdamar diye bazı yerlerde yazılıyor olması, bazılarının kapasiteleri hakkında bilgi veriyordu bize... Ada’nın tepesinde, ülkenin her yerinde olduğu gibi, bu dağ, taş, ada, topraklara hakikaten sahip olunup olunmadığı konusunda tereddütteymişler gibi, sürekli burası bize ait, bize ait diye tekrarlamanın bir simgesi olarak dalgalanan bayrak, kuşkunuz mu var(?) dedirtiyordu. Bayrak dikenlerin yerinde olmak istemezdim… Belki de dedem, bunları görmese daha iyi olurdu, diye düşündüm... Ama diğer yandan da tamam, şöyle / böyle bugüne gelinmiş, bari bundan böyle sahipsiz bırakmayalım buraları diye… Tarihi romantizmi bırakıp, daha çok pratik olmalıyız, dedim. Sadece Türkiye / İstanbul / Diyaspora Ermenileri değil, bilhassa ve bizatihi Ermenilikle hiç ilgisi olmayan ama akli-medeni seviyeleri icabı, buraların insanlığa ve medeniyete ait olduğunu idrak eden Türk ve Kürtler, bugüne kadar göster(e)medikleri dikkati, artık lütfen gösterebilirlerdi… Son tahlilde, şunu da müşahede ediyorsunuz: her ne kadar Ermeni medeniyetinden bir iz kalmamış desek de, günlerce gezdiğinizde, öyle izlere rastlıyorsunuz ki, şimdilik kendime saklıyorum. İlgi duyan, gelsin, gözleriyle görsün.. Van’a hak ettiği ilgiyi göstermek, birçok günahın bir nebze olsun, arınmasına vesile olacaktır…’
Evet, sevgili okurlarımız... Anadolu’muzun belki küstürdüğü - ama istediği kadar küstürsün, aidiyetini feriştahı gelse değiştiremeyeceği gün gibi aşikâr olan-öz evlâdından biri, bu kadim halkın yeni nesil temsilcisi, bu kadar yakıcı, içten ama bir o kadar da (anlayana tabi) katıksız bir dostlukla konuşuyor işte Van, Van’ı, Van’ımız için.
Van’ın benim için iki anlamı var diyordu Diana… Belli, objektif (nesnel) - sübjektif (öznel) diye ikiye ayırıyordu… Ermeni kültürünün doğduğu ve geliştiği mekân, tam da Van gölünün yöresiydi… İkincisi de, hayatımda oynadığı rolü itibariyle Van’ın, atalarımın öz yeri, toprağı ve beşiği olmuş olmasıydı, Atalarım, terk etmek zorunda kalmışlar, sadece ev, bark, bahçe ve bağı değil. Hangi kimlikten olursa olsun fark etmez, komşu, arkadaş onlarla birlikte kendileri oldukları, kimliklerinin birer parçası, hatıraları ve gelecekle ilgili hayallerini de… Sokakta yürürken, gözümün önüne sahneler geliyordu… Ermeni ve diğerlerle dolu mahalle, Ermenice yazılmış tabela-afişler, sokaklarda artık duyulmayan Ermenice ve kiliselerin çan tınılarıyla…
Diana’ya teşekkür ederken; madem sinema hayattır, hayatın bu renkli ucundan, sinemadan tutarak, Van’ı yeniden hatırlayıp, geç kalmış sözümüzü söyleyelim, özgürleşelim, diyoruz…