Daha 1923-1924 yılları arasında dünyanın en kapsamlı insan takası diye bilinen, 1930 yılına dek zorunlu göç olarak devam etmiş; sadece Hıristiyan (!) oldukları için, 1 milyon 200 bin insanın Anadolu’dan Yunanistan’a ve sadece Müslüman (!) oldukları için, 500 bin insanın da, Yunanistan’dan Türkiye’ye göç ettirilmesiyle, kurulurken dengesi bozulmuştu bu Cumhuriyet’in…
Gayri insani olan, bu insan takasının ana kıstası, ırk veya dil değil de din olduğu için Rum denilenler arasında Türkçeden başka bir dil bilmeyen Türk Ortodoks, Hıristiyan Gagavuz ve Karaman’lı (Karamanlis’i hatırlayın!) Ortodoks ve Yunanistan’dan Türkiye’ye giden Müslümanlar arasında, Bulgarca ve Makedonca konuşan Pomak, Romence konuşan Ulah, Rumca konuşan Patriyot ve sadece ana dillerini konuşan Arnavutlar da vardı.
1915’in -bugün devlet erkânının gayri insani bulduğu- mirası üzerine kurulmuş Cumhuriyet, yetmiyormuş gibi yine gayri insani bu takas ile büsbütün pekiştiriyordu temellerini…
Mübadele ve zorunlu göç, yabancı ülkelerin değil, Türk ve Müslüman doğmuş (sonra laik, ateist olmuş ilgilendirmez, hangi gelenekten geldiğinin altını çizmek istedik) ve sağduyulu iktisatçılara göre, Türkiye ve Yunan ekonomisine yirmi yıl süren bir kriz yaşatmıştır…
Bırakın düzlüğe çıkmayı, krizden çıkması, silkinmesi, krizden çıkıp artıya geçmesi süreci eğer farkındaysak hala evet devam etmektedir..
Peki, ya kuşaktan kuşağa geçen ve günümüze kadar süregelen, travmatik, eziklik içinde kıvranma sonucu, saldırgan, şiddet yanlısı, hoş görüsüzlük vs hal görüntümüzün (her iki ülkede tabii) kaynağının ta buralara dayanmadığını kim söyleyebilir? Tabii ki tek sebep değil ama birçok objektif ve sübjektif nedenlerinden biri de budur, diyoruz, en azından…
Mübadele’den, istediği kadar Türkiye’de İstanbul dolayısıyla Prens Adaları (İmroz yani Gökçeada ile Thenedos yani Bozcaada), Yunanistan’da ise Batı Trakya, muaf tutulmuş olsun; genel havanın Prens Adaları’na da yansımayacağını tahmin etmek zor değil…
Sadece İstanbul’un değil tüm Türkiye’nin adeta laboratuarı olmuş Prens Adaları, bir de 16 Mart 1964 günü, Türkiye’nin yine dış (Kıbrıs) siyaset konjonktürü gereği, Yunanistan ile 1930’da imzaladığı Seyr-i sefanin Anlaşmasını tek taraflı bozarak, özellikle Yunanistan uyruklu işadamlarını hedefleyerek sınır dışı etmeye kalkması, onların Tapu Dairesi’ndeki işlemlerini durdurarak; bankalarda paralarını bloke ederek, 1965 yılına dek TC vatandaşı Rumlarla evlenenleri de göz önüne aldığımızda 30 bin İstanbullunun tarumar edildiğini hatırlarsak, Adalar’daki havanın ne hale geldiğini varın tahmin edin…
Tarihin daha çok kez tekerrür etmesiyle, Adalar’da hayatın havası kökten değişti…
29 Mart 2009 yerel seçimlerinde seçilen Adalar yerel yönetimi, buralara özgün, hakiki insani dokusuna, hakkı olan değerini korumak amacıyla var gücüyle ve nahifçe ama inatla çalışan Adalar Vakfı ile birlikte tam bir şövalye edasıyla birçok kalıcı etkinliğe imza attı…
Prens Adaları diye bilinen, İstanbul’un (üçü yaşama kapalı, biri özel mülkiyet ve dört artı bir, beşinde yaşama açık) dokuz adasından beşinde hummalı bir hareket başladı…
Size, 10 Mayıs Ctesi günü, Pera yani Beyoğlu’ndaki İstanbul Yunan Başkonsolosluğu (İstiklâl Cad. No:60) binasında, saat 18.30’da İngilizce seslendirme ve altyazılı, saat 20.00’de ise sadece Türkçe izlenebilecek, Bir Müzisyenin Gözünden Bizim Adalar adlı 82 dakikalık müzikal belgeseline davet etmek vesilesiyle özet bir geçmişe bakış yapmaya çalıştım…
Son yılların İstanbul kültür-sanat yaşamına, çatısı altında yer verdiği insan beyni ve ruhuna kayıt düşürecek etkinliklerle önemli katkı sunan Sismanoglia Megaro salonlarında, Nedim Hazal’ın yönetmenliğindeki bu film, önce Adalar Vakfı’nın bir çılgın projesi olarak başladı, daha sonra bu çılgınlığı bizzat yönetmeni üstlendi ve ortaya müthiş bir film çıktı…
Filmin web sayfası ve fragmanına www.bizim-adalar.net linkinden ulaşabilirsiniz...
Hayır, hayır, film mübadele veya sürgün ile ilgili değil!
Yanlış anlaşılmasın, filmde tek görüntü yok yukarıda anlattığım olaylardan… Sadece, filmde hissedeceğiniz sevinç, yüzünüzde peydahlanacak gülümseyiş, çekeceğiniz soluk, dalacağınız düşünceler, tanık olacağınız zarafet-estetik ve yaşayacağınız hüznün arka planını sundum…
Bu filmde, hatta bugün var olan o değiştirilmiş insan dokusu yüzünden, Adalar’da yaşanılan her tür olumsuzlukların açıkça esamisini bile bulamayacaksınız…
Bu filmde, bir zamanlar çoğunluk olmakla kalmayıp, varlıklarıyla Adalar’ı Adalar yapan TC vatandaşı Rum’u, Ermeni’si, Yahudi’si, Kürt’ü, Ortodoks’u, Sünni’si, Alevi’si, Zaza’sı, Katolik’i, Türk’ü, eşcinseli, yabancı uyruklu / asıllı yani İngiliz, Avusturyalı, Rus, Alman, İtalyan, Levanten’iyle Adalı olanların, bugün azınlıkta kalmış olsalar da, inatla kendi dünyalarını yaşadıkları konu ediliyor…
Sanatçısı, gelini, faytoncusu, filozofu, balıkçısı, eşcinseli yani bütün Adalıların ortak bir yanı varsa, o da her birinin genellikle uçuk ama istisnasız tam filmlik bir hikâyesinin olması diyor Nedim Hazal… Sonra devam ediyor (…) hem özlem huyludur Adalılar. Bizim Adalar, şen hikâyeler, hüzünlü ve özlemi deşen, müzikli bir belgesel...
Film, araştırma için Adalar’a gelen mimarlık öğrencisini canlandıran oyuncu Eren Balkan’ın karşılaştığı Adalılar etrafında: Adalılar kendi kendilerini canlandırıyor.
Yönetmen Nedim Hazar, müzisyen ve Adalı kimliğiyle anlatıcı rolünü üstleniyor. Müzik yönetmeni Geo Schaller, Vassiliki Papageorgiou ve Taner Öngür gibi müzisyenlerin de katkılarıyla yaratılan tılsımlı dünya, bir ilân-ı aşktır Prens Adalarına…
Ve Adalılar, İstanbul’un artık kayıplara karışmış olan diğer tüm güzellikleri gibi zaman, mekân ve kimlik bakımından yok olmaya mahkûm olduklarını bile-bile, hep bir ağızdan şarkı tuttururlar:
Bir adalar var, bir de sen kalbimde / Kimseye vermem kalbimi ben…
Yani… Adalar’ı da vermem demektir bu, satır aralarında…
En azından vermek istemeyişini, direnme iradesini gösteriyor…
Evet, hayatta bazen hatta çoğu kez, elde silahla veya Fransızların dediği gibi evlerin damına çıkarak avaz-avaz bağırmaya gerek bile duymadan, sadece evet sadece yaşayarak, varlığını inatla, sebatla, cesurca devam ettirerek, öyle güzel mücadele edebilirsiniz ki…
Yoksa yok olmaya (bazılarına göre) mahkûm olduklarını bile-bile bir ağızdan nasıl şarkı söylenebilir? Girişi ücretsiz bu film gösterisine, Pera’ya haydi buyurun!..