Raffi A. Hermonn

31 Ekim 2013

Seni postacı bile yapmazlar bu ülkede oğlum! Ve gurur duyma hakkım

Türk tiyatrosunun baba, anaları olmuş birçok (Ermeni) oyuncuyla gurur duyuyorsam, Dolmabahçe Sarayı’nın mimariyle de gurur duymak istiyor ama duyamıyordum…

 

Vay be… Demek Andımız kalktı ha?

İnanası gelmiyor insanın…

Bazılarına göre soytarı, bazılarına göre şirinlik muskası ama genelde hem pantomim oyuncusu hem de soytarı anlamında, Ermenice mimos derlerdi bana…

Anlamsız ve gereksiz tevazua gerek yok, belki çok konuda yeteneksizdim ama taklitte yeteneğim, gözlemci olmamdan kaynaklanıyordu, fena değildi…

Serde biraz hiper aktiflik olduğunu da gizlemeyeyim…

Bir de, öğretmen valide hanımın, evlenmeden önce Beyoğlu Ses Tiyatrosu’nda çocuk oyunları oynamışlığı, çocukluğumda ise tiyatro provalarının izleyicisi olduğumu söylersem..

Hekim peder beyin de, mezun olmuş olduğu asırlık okulundan yetişenler derneğinde Ermeni Okullar Arası Bilgi Yarışması organize ettiğini; günler haftalar boyu saat kaçta birinci zil, kaç dakika sonra ikinci ve nihayet final zili kaçta çalacak, kim, nasıl sahneye çıkacak, evde bu provalara şahit olarak çocukluğumu geçirdiğimi de ekleyeyim bari…

Okulda Bak postacı geliyor, selam veriyor, herkes ona bakıyor şarkısını öğrenir öğrenmez sokağı gözlediğimi, postacı görünür görünmez avazım çıktığınca şarkıyı söyleyerek postacıyı nasıl duygulandırdığımı, gözlerini doldurduğumu anlatsam şaşırmazsınız…

Çocukluğun – hele o zamanlar asker gibi üniformaları vardı – verdiği hevesle, babama ve anneme Ben büyüyünce postacı olacağım deyişimi hiç unutmam…

Babamın verdiği cevabı da…

Bu ülkede, başka şey olursun ama postacı değil (onların da üniforması), çöpçü bile olamazsın diye iç çekişini…

Neden?

Ee,  postacı olmak için devlet memuru, çöpçü olmak için de en azından belediye memuru – işçisi olman gerekirdi…

1960’lerin ortası, yetmişlerin başından bahsediyoruz…

Yahu tamam, daha çocuğuz, ufağız da, bu kadar da mı karışık şu büyüklerin işi?

Boy-pos yerinde olması, utangaç olmamam, tersine sahneye çıkmak için can atışım, şiir okuyup, şarkı söylemeyi de sevişim filan derken 23 Nisan ve Cumhuriyet bayramlarında, beyaz eldivenler giyip, Türk bayrağını bana taşıtan Türkçe öğretmenimiz, seninle gurur duyuyoruz demiyor muydu? 

Dolmabahçe Sarayı’nda okulla gezerken, rehber Balyani adlı bir İtalyan burayı yapmıştır deyince, Hayır öğretmenim, rehber yanlış biliyor, burayı Osmanlı’ya mimariyi öğretmiş, Balyan ailesinden mimar Balyan yapılmıştır deyince, ortalığın karıştığını, gözde öğrenci iken birden Sus bakayım, büyükler konuşurken ukalalık etme zılgıtı yiyişimi hatırladım…

Hafta sonları, babamın organizasyonuyla, kapıcı, ev yardımcısının ve komşu çocuklarıyla (hepsi Müslüman Türk, arada bir Ermeni kuzenler de karışırdı) Haldun Dormen’in çocuk toyunlarına gidip-gelirken, akşam yatarken, bu bölük pörçük yaşanmışlıklar aklıma gelirdi…

Hele bir de Pazartesi sabahı, arkadaşlarla muziplik olsun diye Andı okurken, her Türküm deyişte Kürtüm ve her Türk varlığına (varlığım) armağan olsun deyişte Kürt varlığına deyişimizi…

Birbirimizle yarışarak, hayır sen demedin, ben dedim veya Yo, yo, Aram’ın dediğini duydum ama seninkini duymadım, korktun işte diye birbirimize takıldığımızı…

Adı konmamış saçma bir durum olduğunun farkına varmadan, saçmalıyorduk çünkü…

Neresi mi saçma, neden mi?

Yahu, parlak üniformalı elbiseler giyeceğim, bir postacı bile olamadığım bir ülkede, nasıl ki Türk tiyatrosunun baba, anaları olmuş birçok (Ermeni) oyuncuyla gurur duyuyorsam, Dolmabahçe Sarayı’nın mimariyle de gurur duymak istiyor ama duyamıyordum…

Benden, ülkemde güzellikler yapmış (Ermeni) insanlarımdan gurur duyma hakkımı elimden alıyorlardı; sonra da varlığımın Türk varlığına armağan olmasını istiyorlardı, Allah, Allah!

Ama… bas-bas bağırarak, şiir vs okurken, onlar b enden gurur duyabiliyorlardı

Öğretmenim, nasıl benden (Türk milli şiirleri, marşları okuduğumda) gurur duyuyorduysa, eh ben de kendime ait değerlerle ülkeme sundukları katkılarla gurur duymak istiyordum…

Ama olmuyordu işte…

Şaka gibiydi sanki…

O zaman, biz de Türk’üm, doğruyum, demek yerine Kürt’üm, doğruyum der; varlığım da Kürt varlığına armağan olsun, derdik, biterdi; şaka değil miydi sonuçta?

Çocukça kısasa kısas işte…

………………………………………………………………………………………………….

 

Hepimiz Ermeni’yiz, hepimiz Hrant’ız cümlesindeki, artık beynelmilel bir jest kalıbı olmuş ifadeyi bile tahammül edemeyip neden hepimiz Ermeni oluyormuşuz ki? diye gocunanlara, Rakel Dink, bilge kadın, Bizler onlarca yıl Türküm, doğruyum derken iyiydi de alt tarafı birkaç saat Biz Ermeni’yiz demekten neden gocunuyorlar ki… diye ne güzel demişti…

Kısacası… devletin seni sabahtan akşama kadar, her ama her an Türk kabul etmemesine rağmen, bir de zorla Türk’üm dedirtmesi gibi şizofrendik bir durum daha ortadan kalkmış oldu…

Çok şükür…