Raffi A. Hermonn

09 Kasım 2014

Posta’nın Charles Aznavour operasyonu’nun iç yüzü

Erivan’dan yazıyorum: Bir gazetecilik-diplomatik başarı, olabilecek bir haber, nasıl paparazzi anlayışına kurban edilir?

Erivan

Son günlerde duymuş olabilirsiniz. Türkiye ve Fransa arasında, gazetecilik skandalı yaşandı. Yıllarca, toplu iğne ile kuyu kazar gibi titizce çalışılan, handiyse bir gazetecilik-diplomatik başarısı olabilecekken… Bir çuval inciri heba edercesine bir skandala dönüşüverdi…

Olayın mağdur aktörlerinden olduğumdan, sıkıntım yok, her şeyi yazabilirim…

İsmini vermemi istemeyen, çok sevdiğim bir gazeteci kardeşim, bundan üç hafta önce beni Posta gazetesi Genel Yayın Yönetmeni, Sayın Rıfat Ababay’a götürdü. Ababay da: “Charles Aznavour ile bir söyleşi yapılmasını istiyorum çoktandır; (yanımdakini işaret edip) kendisine söyledim ama işlerinin yoğunluğu ve bu işi sizin yapabileceğinizi söylediğinden, sizden bunu isteyebilir miyim?” dedi…

Cevabım hazırdı…

AGOS gazetesinin arşivlerinde bulunabilir, Ragıp Zarakolu ve Jean Claude Kebabdjian (Kebapçıyan) ile Ermenistan-Türkiye Demokratik Diyalog Hareketi’ni Halk Diplomasisi çerçevesinde yürüttüğümüzde, Ermeni Diyaspora’nın belirli zümreleri (çoğu zaman olduğu gibi) başta bizi anlamamış, türlü, ayarsız sıfatlara mahzar etmişti bizi… Ne hainliğimiz, ne daha bir sürü şeyimiz kalmıştı ama sonra teker-teker yanıma gelip beni yanlış anladıklarını söyleyip aslında haklı olduğumu zaman içinde gördüklerini söylemeleri, büyük kıvancım.

Geçiyoruz…

O zamanlar, Charles Aznavour, konser öncesi saatler önce geldiği kuliste, Jean Claude ile beni kabul etmiş, bizi anladığını, desteklediğini, hatta Bir Türk Dostuma Mektup adlı, bir şarkı sözünü vermişti AGOS’ta bunu da yayınlamıştık, Yervant Gobelyan’ın çevirisiyle…

Aznavour’la artık fırsat doğduğunda konuşur, Türkiye ve Türkiye Ermenilerinin sorunları hakkında sorular sorar, bilgi alırdı ve her defasında “Hocam, ne olursunuz artık, bakın sivil toplum örgütleri var Türkiye’de, sizi çok seviyorlar ve sizi İstanbul’da bir konser vermek için bekliyorlar” derdim. Her defasında cevabı aynıydı “Artık Ermenistan’ın resmi elçisiyim, bir diplomatım ve beni resmen davet etmedikçe, o kadar çok istememe rağmen, gitmem, gidemem…” Tabii ben “Hocam, iyi güzel de siz diplomatik görüşmeler için gitmeyeceksiniz ki, şarkı söylemek için gideceksiniz, sizi diplomat olarak davet etmelerinin anlamı ne ola ki? “ dedim bir keresinde ve patladı önce Fransızca, sonra Türkçe (…) “Bana bak Türk kafası var bende, ben bir şey söylüyorum, ısrar etme, beni hele bir davet etsinler, şarkı da söyleriz, balık da yeriz Boğaz’da ama önce beni resmen davet etmeleri gerekir” deyince, yaşlı delikanlıyı daha fazla kızdırmak istememiştim… Sonra sarılmıştık birbirimize tabiatıyla…

Sayın Rıfat Ababay’a bunu neden mi anlattım? Hissetmiştim çünkü söyleşi aracılığıyla bir taşla iki kuş vurmak yani İstanbul konserini de bağlamak isteniyordu sanki… “Aman” dedim “aman, sakın boşuna heves etmeyin; ben ağzımın payını çoktan almışım, yine aynı şeyi söyler eğer konser konusunu açarsanız… Söyleşi tamam, onu da zaten ancak ben yaparsam kabul eder bu konjonktürde ama konser için şimdiden sizi uyarayım…”

Erivan dönüşü, Paris’e uçmak, bu işi kotarmak üzere anlaştık… Masraflar vs kadar…

………………………………………………………………………………………

Erivan’dayım, aman Tanrım o ne?

Ermenistan TV’den Posta gazetesinin Aznavour ile söyleşi yaptığını öğreniyorum; millet de ateş püskürüyor, Aznavour’un, annesi için Türk olduğunu söylemesi üzerine duruluyor…

Telefonlar yağıyor, görüş istiyorlar, “Yahu ben de bilmiyorum, üstelik bu söyleşiyi ben yapacakken, son anda başkasına vermişler, benim de haberim yok” diyorum, nafile! Gördüğünüz söyleşiyi okuyorum, önce hemen Sayın Rıfat Ababay’ı arıyorum, cevap vermiyor ve ben de “Hocam, oldu mu yaptığın” içerikli sms yazıyorum özel cep telefonuna…

Sonra yavaş-yavaş meseleyi kavrıyorum…

Paris TC Büyükelçisini (veya Baş Konsolosunu) devreye sokarak, birlikte yemek yiyip, konsere davet ettirmek işini ona yaptırmak güzel bir operasyon (olabilirdi ama). Böylece hem Charles Aznavour’un isteği yerine geliyor (her ne kadar resmi bir yemek-davet değilse bile) tepedeki bir diplomattan davet almış oluyor ve Aznavour da “Neden olmasın?” diyordu…

Yani ilk defa olarak Aznavour İstanbul / Türkiye konser önerisine hayır, demiyordu!

Düşünürseniz, hem gazetecilik, hem de diplomatik bir başarı (olabilirdi 2015 yaklaşırken… )

Olmadı zira Ermenistan Cumhuriyeti’nin, resmi haber ajansı Armen Press, Ermenistan Dışişleri Bakanlığı’nın resmi beyanından ve Aznavour ile görüşmeden yola çıkarak, Aznavour’un böyle bir söyleşi vermediğini, Sayın Aznavour’un da bu olayı hileli yönlendirme olarak nitelediğini ve çok kızdığını belirtiyordu.

Sorun şuydu…

Bazı Ermenilerin Aznavour’un “annem Türk’tür” demesine kızmaları anlamsız, zira o bunu ilk kez söylemiyor; ikincisi Batı’da, vatandaşlık anlayışıyla o ülkede egemen olan ulusun adını verirler. Türkiye’de gerek resmi makamlarda, gerek toplumda olayı ikiyüzlülükle ele alanların çok olması yani hak mevzubahis olduğunda, ırki ama görev (vergi, askerlik)  mevzubahis ise vatandaş olarak Türk dendiği için, ırkken Türk olmayanlar için, kendilerine Türk denmesi züldür. Ama yurt dışında, ulus devletlerde bile, vatandaşlar arasında bu mesleği yapamazsın başka dindensin, tam vatandaş değilsin anlayışı olmadığı için, aslen Fransız olamayan ama vatandaş olan Hintli, Ermeni, Cezayirli vs. kendisine Fransız denmesinden gocunmaz. Aznavour da bu anlamda ve bizler hiç de yabancı değiliz, aynı kültürden geliyoruz mesajı vermek için bunu söylemiştir ve söyler de…

Asıl mesele ne? Muhteşem bir konser-güzellik yarışması organizatörü olan, Sayın Erkan Özerman’a telefonuna mesaj bıraktım (kayıtlıdır), ne diyor biliyor musunuz? Ben Aznavour’un demediği tek bir lafı yazmadım…  Biz de buna asparagas demiyoruz zaten; paparazzi anlayışıyla bir olayı heba etmek diyoruz…

Aznavour’a konuşacaklarımız kayda geçecek ve aynı zamanda söyleşi olacak diye uyarmadan yemekte çok özel konuşulanları, söyleşiymiş gibi yazarsanız, işte bu olmaz, açık ve net!

Diplomasi ve gazetecilik dünyasında çok özel yemek-buluşmalarda aman Tanrım neler denir; bakmayın, bakmayacaksınız zaten siz bunlara…  İşitildiği takdirde yer yerinden oynayacak sözler söylenir, bu olur ama işte gazeteci olma / olmama mihenk taşı, burada rol oynar…

Yazmazsınız, yazamazsınız, söz konusu kişiye haber vermeden yapılan özel konuşmaları yazamazsınız; yazarsanız beynelmilel camiada krediniz düşer; ha Türkiye’de bir şey olmaz mı? O da artık Türkiye’nin genel kalitesine yansır, kalanını siz düşünün…

Tek kelimeyle, gazetecilik-diplomatik başarı olabilecek bir haber paparazzi anlayışına kurban edildi; artık Aznavour’un Türkiyeli bir gazeteciyle konuşması riske girmiş oldu…

Yazık ama en azından, umarız, ciddi bir ders olur! Zira bu ülke/ dünya hepimizin!