Erivan’dan özel bildiriyor…
Dünya’nın neresinde olursanız olun, taksi şoförleriyle sohbet edeceksiniz…
‘Parev (‘P’ harfini ‘b’ gibi vurgulayarak, Merhaba), yurt dışındansınız herhalde…’ diyor, Ermenicemi her ne kadar Doğu Ermenice dilbilgisi kural ve vurgularıyla yapsam da…
‘Hem öyle, hem değilim’ diyorum, bir diyaloga gidecek yolun zemin taşlarını döşeyerek…
‘Nasıl yani?’ diyor genç yaşlarda şoför…
‘Türkiye’denim’ diyorum, bir güzel topu ortaya dikerek (pası alacak mı acaba?)…
Dikiz aynasından, bir daha bakıp, süzerek ve sonra da emin olmak istercesine…
‘Türkiye’den ama Ermeni’siniz herhalde’ diyor…
‘Evet, Türkiyeliyim (‘Turkiyatsi’), Türkiyeli Ermeni’yim’ diyorum.
Kafasını kaşıyarak
‘Nasıl, anlamadım’ deyince, sazı elime alıyorum…
‘Bugün aklı başında, demokrat Türkler de vatandaşlıklarını ön plana çıkarıp, Türkiye’liyim diyorlar; yani bir Türkiyeli Türk de olabilir, Türkiyeli Kürt de, Türkiyeli Ermeni, Türkiyeli Çerkez veya Laz da ama hepimiz Türkiyeliyiz’ diyorum.
‘Ermeniler Türkiye’de hiç sorun yaşıyorlar mı? Türkler nasıl insanlar?’ diye soruyor; bir de farklı bir yoldan girmeye çalışarak meseleye…
‘Vallahi, dini, mezhebi vd özellikleriyle güya çoğunluğu teşkil eden vatandaşların sorunları aynı zamanda dini, mezhebi vd özellikleriyle güya azınlığı teşkil eden biz gibi vatandaşların da sorunları yani aynısı, hepimiz aynı havayı soluyoruz çünkü. Ama bir de azınlıkların sırf azınlık oldukları için, üstüne üstlük yani fazladan sorunları var; bunlar devlet kadrolarıyla olan meseleler… Kadrolarda, çoktan yerleşmiş bir zihniyet meselesi var. Zihniyet değiştikçe bu da değişecek…’ diyorum…
Şoför anlamaya çalışarak ama kendince
‘Yani anlayacağın Turkı mınum e Turk (Türk her zaman Türk kalıyor) deyince, işte ortaya atılmış golü cillop gibi yine bir pas olarak buluyor ve patlatıyorum…
‘O zaman, Ermeni de her zaman Ermeni; İspanyol da her zaman İspanyol; Rus, her zaman Rus’tur deriz; kusura bakma ama hiçbir yere götürmez bu laflar… Sıradan 40 Ermeni’ye değişmeyeceğim türden değerli Türk, Kürt, Çerkez, Laz Azeri kadın-erkek arkadaşım da var ama huyları, kötü alışkanlıklarıyla, o tür (evet o tür) bazı Türklere benzeyen Ermenilerden tanıdıklarım da… Asla (‘patsartsagabes’) Türk’ün, Kürt’ün, Ermeni’nin, Laz’ın, Çerkez’in, Azeri’nin yanına ‘ler’ - ‘lar’ çoğul eklerini koyup genelleştiremeyiz, hakkımız yok buna!’
Arabayı durduruyor, kapısını açıyor, içimden tamam dayak yiyeceğiz galiba deyip gardımı alınca, bir de gözleri dolu-dolu Ara tu mart es eli (Ya sen adamsın!) deyip, bana sarılmaz mı?
Duygularımı anlatamam, telefon numarasını aldım, tekrar buluşacağız şoför Aşot ile…
Bir sinema festivali muhabirliği, film analizleri dizinde, böyle intibaları yazmam, bazılarına garip gelebilir; kimse kusura bakmasın… Zira festival, film, kültür –sanat, sonuçta insanları insanlara anlatmak için değil mi? İşte - hele ki, Türkiye’den Ermenistan’a gelmişsem – ben de yaşadıklarımı sizlere anlatmak zorundayım; anlamayanlar anlayanlara anlatsın hesabı…
Sıradışı bir sponsor, VIVAcell-MTS’E teşekkür filmi
Yüzlerce filmin, çokça sinema binalarının, çokça salonlarında, özel açılış, ülke (Bask, Fransa, Polonya, Almanya) filmleri özel günleri, açık oturum, kokteyller yani kısaca medyada az çok manşet olmuş ifadem gibi kaysı gibi, tadı, tuzu, rengi yerinde, dört başı mamur bir festival düzenleyebilmek için, bazı çeşmelerden bazı suların akması lazımdı…
Kuşkusuz, burada sayamayacağımız çapta, kurum, firma, bireylerin adlarından oluşmuş uzun bir liste var maddi destek olan… Ama bunların başında kuşkusuz VİVAcell – MTS hücresel operatörlük yapan telekomünikasyon firması geliyor…
Başında da, Lübnan’dan gelmiş, uluslar arası bu firmanın Ermenistan genel direktörlüğünü üstlenmiş; ailesi ve kendisinin - bir film yapılmaya değer - tabii ki, firmasının çıkarlarını da gözeten ama insani boyuttan asla vazgeçmemiş, hayırsever bir insan var: Ralph Yirikian…
Ermenistan’da kağtsır lezun, otsı pnits gı hani ifadesi var, ta yüzyıllardan gelen, şaşırmayın; Ermenistan’da şaşırmak, tecrübesi az olan Türkiyeliler için, bir hayat tarzı; tecrübeliler için ise, tersine sıradan bir olaydır…
Evet, konumuza gelirsek… Tatlı dil yılanı yuvasından (deliğinden) çıkarır demektir, o ifade.. Harut Khaçadıryan da, ne yapıp etmiş, Yirikian’ın ağzından girmiş ve burnundan çıkmış…
Ermenistan’ı şu ya da bu nedenlerle terk edip farklı ülkelere giden vatandaşların dünyadaki halleri üzerine ‘Hay’ı’ yani ‘Ermeni’ adlı bir film hazırlıyor, Khaçadıryan… Filmde Ralph Yirikian’a da yer vermiş; Ermeniler gider ecnebiye ama bizim Yirikian gider tersine misali..
İşte o filmden Yirikian’ın bölümüyle, ayrı bir film yapmış, bir tür teşekkür belgesi olarak…
Gösterimde, ikisi de vardı… Beni yedi bitirdi bu filmiyle diyor ve Yirikian, Khaçadıryan için. Başta bir hafta filan sürecek bir film zannettim; yedi yıl sürdü, öldüm-öldüm dirildim, yok kışın, yok yazın, yok Beyrut’taki evde, yok Karabağ’da derken, yedi yıl… Sonunda bu film çıktı; görevimi yaptım, kendisine ve arkadaşlarına çok teşekkür ediyorum diye ekliyor.
Film’de, Anadolu’nun, o birçok değerini kaybettiği yıllarda, Adana ve çevresindeki yani Kilikya’dan Beyrut’a yalın ayak, çırılçıplak kapağı atmış, bir ailenin torunu, zor hayat şartlarında büyüyen, üç erkek, bir kız çocuğun büyüğü olan Ralph’ın mücadelesi sergileniyor ... Babası ek iş olarak ev-v dolaşıp kadın ayakkabısı satarken, 14 yaşındaki Ralph’ı birlikte götürürmüş. Babasının ayakkabı satamayışında duyduğu üzüntüyü görünce kararını vermiş hayır, böyle olmaz, gece-gündüz çalışıp, babamı bu halde görmeyeceğim diye ve Uluslar arası Ticaret ve ayrıca İş insanlığı-İşletme fakültelerini bitirmiş ve başlamış yeni bir hayat. Arap ve farklı ülkeler, derken… Karabağ’da bir operatör merkezi kurmak için görev almış…
Hem bu filmi hem de The Armenian yani Hay’ı filmini görmek gerekiyor… Ralph’ın, aile ve dedelerinin hayat hikâyesinden, Anadolu’nun kokusunu aldım bile, siz de aldınız mı?
Hayatımızın tozlarını nasıl alsak? Toz Bezi...
Türkiye’den, En iyi film, En iyi kadın oyuncu, En iyi senaryo vd ödüllerini alıp, ayağının tozuyla Ermenistan’a (biraz da buranın tozunu almaya) gelmiş, Toz Bez’i filmi vardı… Nazan Kesal, Asiye Dinçsoy, Mehmet Özgür, Serra Yılmaz, Didem İnselel gibi oyuncu kadrosunun; kameramanı Meryem Yavuz, yönetmen-senaristinin, Ahu Öztürk’ün olduğu. Öztürk’ün bu ilk uzun metrajı, belgesel Sandık ve kısa metraj Açık Yara’dan sonra…
Şehirde, evlere temizliğe giden iki Kürt kadını… Biri sırat köprüsünü; şehrin acımasızlığına, kocası-ailesinden gizlice para biriktirip ev alma hayalleri bile kurabilecek kadar, çözümler bulmaya çalışan; diğeri, yolun başında, kolu kanadı kırılınca…
Aklıma yönetmen Haneke geliyor, filmin sonunu görünce…
23 Mart 1942’de Münih, Bavyera'da doğmuş, Avusturyalı olmuş, Michaael Haneke, kendi deyişiyle kimsenin kolayca, rahat şekilde seyredemeyeceği filmler yapar. Ekseri modern toplum insanlarının problem-bunalımlarını çıplak gerçeklikle-film müziğinden kaçınır- sergiler. Sanatın soru sorar, cevap vermez der; hatırladım. Peki, öneride bulunamaz mı?
Toz bezi filmi için, eğer Haneke’nin dediği gibi, hiçbir cevap vermemeyi kabul ediyorsam, eyvallah; ama sanki naçizane filmdeki sonuç bu olunca (söylemem) Amerikalıların dediği gibi so what? Diye bir soru peydahlanmıyor değil, kafamda…
Filmde çok hoşuma giden, konu olan sosyal sınıfın kullandığı dili, oldu… Zira dil, bir halet-i ruh ’iye, sınıf, ortamın, çok şeyin yansımasıdır; buna rağmen, kaka sözler öğrenmesini (kendince) engellemek için, kaka çocuklarla oynamayı yasaklayan; çocuklarını dünyadan soyut yetiştiren bazı aileler gibi; avam tarzı konuşmaları oto sansürleyip halt ederiz bazen. Burada ise, rahatsız etmeden, ölçüsünü tutturarak bir dil kullanılmıştı… Mesela kocamı o kadar çok beğeniyorsan, o zaman seni o s.ksin repliğinde koptum mesela, cuk oturmuş ve tam gerçekçiydi…
Dediğim gibi, başka öğelerle zenginleştirmeyeceksek (ki gerekmiyor), ritme daha hız verip, filmi kısaltıp ama neticede bir umut ışığını görmek isterdim… Tüm bunlara rağmen, hayli tozlu olan hayatımızda, böyle onları silmeye yarayacak bez gibi filmler gerekiyor.