Raffi A. Hermonn

23 Mart 2013

Çuvaldızını bizim gazeteci ‘milletine’ sokalım

Çoktandır yazmamız gereken bir yazıyı, şimdi yazmak nasip oldu…

Çoktandır yazmamız gereken bir yazıyı, şimdi yazmak nasip oldu…

İğnenin büyüğünü asıl kendime, ait olduğum her ne ise, ona batırmayı şiar edinmiş birsiyim; 1978’den beri, hayatımızı yazıp-çizerek yani millete ahkâm keserek idame ettiren birisi olarak, çoktandır bizimkilere, ülkemizin gazeteci milletine bir-iki çift lafımız olacak…

Efendim, bizler apayrı bir millet deriz kendimize…

Yazının bugüne nasip oluşuna gelince… PKK’nın elindeki insanların serbest bırakmasında, Kuzey Irak filan değil, resmen Kürdistan Özerk Bölgesi ve Türkiyeli gazeteciler arasında çıkmış görüntü alma krizi nedeniyle teslimatın gecikmesine neden olmuş olması oldu…

Düşünebiliyor musunuz?

Bu kadar hassas bir konuda, koca bir çuval incirin heba olması, işten bile değildi…

Şimdilerde, Başbakan’ın, haklı nedenlerle, başarılı olmak için çok büyük çabalar harcadığı bir dönemdeyiz; bundan önce ise barış görüşmelerine dair ufak bir ışıkta, şu veya bu taraflarca yapılan en ufak bir provokasyon süreci sil baştan hale döndürebiliyordu…

İşte o zaman olsaydı, sonuç itibariyle güzelim operasyon fiyasko ile bitebilirdi…

Sadece Türkiye’den gidenler için değil, zira Kürdistan Özerk Bölge Yönetimi gazetecilerinin de çok farklı bir kültüre sahip olmadıklarını biliyoruz, koca bir operasyon heba olabilirdi…

Sakın şimdi teyzemin bıyıkları olsaydı dayım olurdu varsayımlarıyla bizim milleti haksız yere suçladığım falan sakın söylenmesin!

Zira bizim gazeteci-basın-medya milletin, toplumsal-siyasi trajedi ve haksızlıklara pek hijyenik olmayan operasyon ve emellere nasıl alet olduklarını gayet iyi biliyoruz…

Her askeri darbe önce ve sonrası, bir kısmının oynamış olduğu roller; işte 6-7 Eylül 1955 pogromu sırasında İstanbul Gazetesi’nin oynamış olduğu rol vd başlı başına tez konusudur, uzatmıyoruz zira konumuz bu değil, sadece bazı şeyleri hatırlatıyoruz…

Moskova’ya gitmiş Başbakan’a, iç politika sorusu sormak…

Sonunda söyleyeceğimi, başından söyleyeyim…

Bir ülkenin hastaneleri ne durumda ise (bunu ben eklerim) pastaneleri de, postaneleri de aynı durumda olur…

Nasıl mı?

Şöyle…

Rusya’ya Türkiye Başbakanı, Mavi Akım ya da Nabucco gibi asrın anlaşması iddiasındaki bir enerji anlaşmasını imzalamaya gitmiş. İzlemeye giden bizimkiler Başbakan’a TBMM’de vuku bulmuş bir söz düellosunu, yok efendim muhalefet partisiyle geçende olmuş vakıayı konu alan bir soru sorması abesle iştigaldir… Ama bu iştigalin asla tekerrür etmemesi için, o Başbakan’ın veya Cumhurbaşkanın da bu soru sorulduğu zaman Sayın gazeteci arkadaşım, buraya şu iş için geldik, siz de bu olayı takip etmek için geldiniz; lütfen günün anlam ve ehemmiyetini ilgilendiren konularda sorularınız sorun diye kesmesi gerekir.

Zannediyorum Erdal İnönü, Hikmet Çetin ve Bülent Ecevit hariç tüm siyasetçiler, bu abuk sabuk sorulara aynen cevaplamakta herhangi bir beis görmemişlerdir. Hafızam yanıltmıyorsa Sayın Erdoğan da – ama her zaman değil maalesef – bu soru günün konusuyla ilgili değil diye, bir veya iki kez, uyardığı olmuştur…

Ama uyarmakla da olmaz, yola çıkmadan Başbakanlık Basın Danışmanı’nın gazetecilere Arkadaşlar Türkiye iç siyasetini ilgilendiren soru sormayın, etik değil, zaten Başbakan bunları cevaplamayacaktır. Bu soruları ancak, dönüşte uçakta Başbakanımız yorgun değil ve sohbet imkânı olursa, o zaman sorabilirsiniz; unutmayın biz bu yolculuğa şu ve şu amaçla çıktık diye kesin bir dille dikkat çekmesi gerekiyor…

Aynı şey ülkemizde de oluyor ve şık olmayan durumlara düşüyoruz, farkında değiliz…

Yabancı bir ülkeden bir Cumhurbaşkanı veya Başbakan gelmiş ve Türkiye’deki muadili olan mevki sahibiyle Basın Toplantısı veriliyor…

Kürsüler paralel konmuş, arkada ülkelerin bayrakları da tamam, her iki Cumhurbaşkanı veya Başbakanın doğrudan kulaklarından simültane tercüme sistemleri kurulmuş; her ikisinin iki adım ötesinde, acil durumlarda, nazikçe hatırlatma yapabilme hakkına sahip danışmanların yerleri sabitlenmiş, her şey çok güzel, aşağı yukarı on beş yıl oluyor öğrendik bunu…

Ama gelgelelim soru cevaplar faslına… Tam bir felâket…

Önce Türkiye Cumhurbaşkanı veya Başbakanı, sonrasında yabancı konuk, gazetecilere durum hakkında bilgilendirme konuşması yaptıktan sonra, sıra soru cevap faslına geçiliyor…

Yabancı Başbakan / Cumhurbaşkanı, orada öylesine ayakta, dakikalarca şaşkınca beklerken; Cumhurbaşkanı veya Başbakan’ımıza, sadece Türkiye kamuoyunu ilgilendiren bir değil, iki değil üç değil, hani derler ya Quel alaka sorular soruyor ve maalesef cevap alabiliyorlar…

Nihayet sıra yabancı konuğumuza gelimce, ne diyor biliyor musunuz? Gülerek (…) Sanırım Türkiye’nin, hayli yoğun, sorunlarla dolu iç siyasetiyle çok meşgul gazeteci arkadaşların zamanlarını çok suiistimal etmeden ülkenizi ziyaret etme sebebimle ilgili sorulara cevap vermeye ve endişelerini gidermeye çalışacağım demez mi?

Efendim anlayana…

Bu kadar zarif, ince ama bir o kadar da sivri bir diplomasi dersi verilir…

Kalite çıtası hayli düşmüş milletimiz yüzünden, toplum, ülke ve devletimizin zor durumda kalmaması için, başta Başbakanımız, Cumhurbaşkanımız olmak üzere, sayın yetkililerin günün konusuyla ilgisi olmayan soruları asla cevaplamamalarını istirham ediyoruz…