Yılmaz Güney’in herhangi bir filmini izleyip de iliklerine kadar sarsılmayan yoktur sanırım. Çetrefilli bir varolma mücadelesinin ardından kendi kimliğini bulup halka benimsetebilmiş ender sanatçılardan biridir Yılmaz Güney. Sinemanın kitlelerin uyanışında büyük bir rol oynayacağını düşünen bir fikir adamıdır. Nijat Özön Lütfi Akad’ın varisi sayılabilecek tek kişi olarak görmüştü onu, hatta L. Akad’ın çizgisini aşan tek sinemacı.
Yılmaz Güney sineması sadece muktedir ile mazlum arasındaki eşitliksiz ilişkiyi temel alan ideolojik bir tabana sahip değildir şüphesiz. Epik bir anlatım seyircinin gözüne sokulmayan abartısız bir hüzünle buluşur bazı karelerde. Geniş plan çekimleri kısa öyküler gibi durur filmin içinde, bazen karakterin bir bakışı bile onlarca kelimeden daha kudretlidir.
Filmlerinde karakterlerin üç safhasını izleriz: Uyanış, değişim ve isyan. Umut filminde Cabbar, Hudutların Kanunu’nda Hıdır... Mevcut şartlar içinde hakkaniyetli bir yaşam sürdüremeyen, varlık alanı toplumsal yaptırımlar çerçevesinde daraltılmış, kıstırıldığı çevreden çıkış yolu bulamayan karakterlerdir, bağlı oldukları zinciri kırarak değişimi başlatırlar. Yılmaz Güney, kendi hakikatinin sırrına nail olacak karakterleri tahkiye eder daima, bu bilinçlenme safhasını başkaldırı ve isyan takip eder. Toplumsal değişimin bireysel değişimle başladığının altını çizmektedir Yılmaz Güney. Ele aldığı her tem, kaba taslak çizilmiş izlekler gibi durmaz beyaz perdede, her birini sinematografik hassasiyetle gösterir. Acıyı kanırtmaz, filmleri hiçbir zaman arabeskleşmez.
İthaki Yayınları, usta yönetmenin Umut ve Hudutların Kanunu adlı filmlerinin senaryosunu ayrı ayrı kitaplar halinde yayımladı. Kitapların ilk kısmı senaryodan ikinci kısmı filme dair yazılardan oluşuyor.
Ömer Lütfi Akad’ın çektiği Hudutların Kanunu, Yılmaz Güney’in senaryo alanında rüştünü ispatladığı bir film olmuştur. 1966’da aykırı film gerekçesiyle film setinde denetim başlatılır. Umut ise 1970 Eylül’ünde sansür kurulundan geçemez, halka gösterilmesi ve yurt dışına gönderilmesi sakıncalı bulunur. Yılmaz Güney yılmadan mücadelesini sürdürür, yasaklara ve imkansızlıklara rağmen sinema dünyasından çekilmez. Popülizmi reddeder, estetik kaygısını muhafaza eder, filmlerinin hem senaristi, hem yönetmeni, hatta başrol oyuncusudur. O, bir auteur yönetmendir.
Gelgelelim sinemacı Yılmaz Güney edebiyatçı Yılmaz Güney’i maalesef gölgede bırakmıştır gereksiz önyargılar yüzünden. Romanları da en az filmleri kadar iyidir oysa.
1972 Orhan Kemal Roman Armağanı’nı kazanmış ilk romanı Boynu Bükük Öldüler’in okurla buluşma hikayesi bir hayli ilginç. Bunun için didinip duranların emeği takdire şayan doğrusu.
Yılmaz Güney Nevşehir Cezaevi’ndeyken on altı ayda tamamlar bu romanı. Ranzasında uykusuz geçirdiği geceler boyunca durmadan yazar. Kitabın adı Boynu Bükükler’dir. Özgürlüğüne kavuşunca tefrika edilmesi için Akşam ve Hürriyet gazetelerine gider, fakat geri çevrilir. Bir akşam dostlarıyla sohbet ederken kitabın mutlaka yayımlanması gerektiğini düşünen Demirtaş Ceyhun ve Arif Keskiner (menajeri) kendi yayınevlerini kurmaya karar verir ve çok geçmeden Babıali’de bir yer kiralayıp Anadolu Yayınları’nı kurarlar. Demirtaş Ceyhun yankı uyandıracak bir arka kapak yazısı yazar, hatta ciddi bir eleştiri yağmuruna tutulur bu arka kapak yazısı nedeniyle. Bedri Koraman kitabın arka kapak resmini yapar. Roman numaralandırılarak matbaaya gider, on bin adet basılır çünkü çekiliş yapılacaktır ve hangi numara çıktıysa o numaralı kitabın sahibi olan on okur Yılmaz Güney’in filminde oynayacaktır. Roman basılır, şerefine Yeşilçamlı pek çok oyuncunun katıldığı şaşaalı bir kokteyl verilir ancak ilk etapta roman hezimete uğrar, tüm iyi romanlar gibi gerçek okuyucusuna kavuşamaz, işportaya düşer. Ardından Özdemir İnce kitabı yeniden yayımlatmak ister. Nezihe Meriç’in eşi Salim Şengil’e verir. Roman yeniden basılır ve Boynu Bükük Öldüler zamanla okur kitlesini genişletir.
Kitabın konusu her ne kadar melodramatik gözükse de, Yılmaz Güney’in sahiciliği bir an bile elden bırakmayan üslubu sayesinde her dönem yeniden okunması gereken bir roman Boynu Bükük Öldüler. Askerden köye dönen bir Kürt genci olan Halil, babası kan davasında öldürüldükten sonra anasıyla birlikte Yenice Köyü’ne gelir. Biricik anası onu trahomlu gözleriyle bırakıp öte dünyaya göçtükten sonra Halil bir ağanın yanında çalışmaya başlar. Emine’yle birbirlerine sevdalanmalarına rağmen işini gücünü bırakıp kaçmaya cesaret edemez. Çünkü ağasına ihaneti Allah’a ihanetle eş tutar. Ancak başına gelenler onu ikilemlere sürükleyecektir. Hem kendine hem Emine’ye çektirecektir. Yörenin gelenekleri ve kadına yönelik acımasız bakış açısıyla vicdanı arasında sıkışıp kalacaktır.
Kadın karakterler, filmlerinde olduğu gibi, edilgen bir konumdadır romanda, kaderi erkeğin eline bırakılmıştır, erkeği kurtarıcı bellemektedir. Kadının toplumdaki yeri iffeti üzerinden tayin edilir. Bireyin erk ilişkileri karşısındaki tutumu, birbirini toplumsal normlar üzerinden algılaması ve konumlandırması söz konusudur ilk başta, ancak bir müddet sonra karakterlerin kırılma anı yaşamalarıyla uyanış başlar. Boynu Bükük Öldüler sadece Halil’in, Emine’nin romanı değil, her karakterin hikayesi ayrı etkileyici, örneğin okuma mücadelesi veren Remzi’nin hikayesi günümüz Türkiye’sinde de değişmiş değil maalesef.
Yılmaz Güney, olayları tüm yalınlığıyla, mesaj verme kaygısına düşmeden, sloganların yapay ve sığ tabiatından uzak bir iklimde anlatıyor. Acıdan nemalanmadan yoksulluğu betimlemeyi, karakterleri zayıf göstermeden çaresizliği hissettirmeyi çok iyi başarıyor. Halil’in hem ağasına hem Emine’ye hem kendine yönelik gel-gitlerini yörenin kültürel ögeleriyle harmanlamış. Köy romancılığının tipik özelliklerinin dışına çıkmış, kendi dilini bulmuş bir roman Boynu Bükük Öldüler.
Köy romancılığının revaçta olduğu bir dönem. Gerçi köyün romana girişi daha eskilere uzanıyor. Nabizade Nazım’ın Karabibik adlı hikayesiyle 1890’da edebiyatya köy ilk kez tasvir edilir, ardından 1910’da Ebubekir Hazım Tepeyayan Küçük Paşa adlı romanında olaylar köyde geçer. Sabahattin Ali, Sadri Ertem gibi şehir kökenli yazarlar tarafından anlatılır köy. Daha sonra Fakir Baykurt , Dursun Akçam, Adnan Binyazar gibi köy enstitüsü kökenli yazarlarca işlenir. Mahmut Makal’ın 1950’de yayımlanan Bizim köy adlı yapıtı köye yönelik büyük bir ilgi uyandırır. Bu ilgi, genel olarak Türkiye edebiyatında 70’li yıllar boyunca devam edecektir.
Boynu Bükük Öldüler’i toplumsal gerçekçi köy edebiyatı içine sıkıştırmak romanın evrensel yapısına haksızlık olur gibime geliyor. Yerelden evrensele uzanan bir anlatım hakim kitaba.
Yılmaz Güney dört duvar arasındayken, oraları tekrar görüp hafızasını tazeleme fırsatı yokken yazmış. Bu anlamda bu, bir bellek romanı aslında. İnsanın en iyi bildiği yer memleketi değilse neresidir? Belleğinde en fazla görüntünün yer ettiği, en fazla ânın biriktiği yer doğduğu topraklar değilse neresidir?
Çukurova’yı bir de onun gözlemleriyle, yöreye özgü kelimelere yer verdiği hem şiirsel hem yalın diliyle, gelenekselleşmiş köylü prototipinin dışına çıkarak yarattığı canlı kanlı karakterlerle görmek başka bir Yılmaz Güney’le tanışma fırsatı sunuyor: Romancı Yılmaz Güney.
Yörenin coğrafyasını resim yapar gibi tasvir etmiş, Çukurova’nın her köşesi fotoğraf kareleri gibi gözünüzün önüne geliyor okudukça. Romanın bazı bölümlerinde, geniş bir perspektiften yöreye bakan, detaylarda boğulmayan ama civarın net bir resmini ortaya koyan birinin tasvirine denk geliyorsunuz adeta. Anlatımı, dili, olayların akışı, karakterlerin içsel yolculuklarıyla dengeyi çok iyi kurmuş.
Diğer yandan, Yılmaz Güney’in kitapta yer yer kullandığı yöresel dil anlatıma zenginlik katıyor. (anlamları sayfaların alt köşesinde belirtilmiş editör tarafından) Örneğin, alay etmek anlamına gelen kerç etmek. Tohum anlamına gelen bider, yorgunluktan solumak anlamına gelen kehilemek, sürtük anlamına gelen fallik, gerinmek anlamına gelen gerneşmek, cılız, işe yaramaz anlamına gelen üllüz, suya dalmak anlamına gelen dumulmak gibi. Yörenin engin tabiatının, ağa-maraba ilişkilerinin katılığının, sorgulanmayan biat kültürünün hakimiyetinin, doyasıya yaşanamayan sevdalarının daha derinden duyumsanmasını sağlıyor.
Şüphesiz iyi bir sinemacı olduğu kadar, iyi bir romancı. Bunda iyi bir senarist olmasının da payı var. Boynu Bükük Öldüler onun romancılığının tadına varmak iyi bir başlangıç.
Yılmaz Güney külliyatına giriş niteliğindeki bu eserlerin her biri onun sinema dilinin yeniden tadına varmak açısından olduğu kadar dünya görüşünü, insana yaklaşımını, varolma mücadelesini hatırlamak açısından da önemli.