Pınar Doğu

08 Kasım 2016

Tam bakımsız Türkiye!

Peki, sizin kelleştiğiniz anlamanız için saçınızdaki son telin de kopması mı gerekli?

Uçurumun kenarında değiliz artık, çoktandır düşüyoruz, uzun süredir devam eden bir düşüş bu.

Düşeceğimiz yeri görememek, o meşum bilinmezlik endişe ve korkularımızın temel kaynağını oluşturuyor.

Bir insanın kelleştiğini anlaması için saçındaki son telin de mi kopması gerekli?

Hani bilsek bu gidişatın nereye varacağını, hangi totaliter rejimin meşruluk kazanacağını…

Bilinmezliğin verdiği bu ruh hali, kafamızın içindeki bu uğultu, her yeni gün hangi kâbusa uyanacağımızın yarattığı bu bekleyiş sona erse…

Korkmadığımızı göstermek için iki satır yazamıyoruz sosyal medyada, elimizde eleştirel pankartlarla meydanlara dökülemiyoruz, havadan nem kapan bir hukuk anlayışı yüzünden düşüncelerimizi kelime kelime süzgeçten geçirmeden zikredemiyoruz. Eşimize dostumuza bile muhbir gözüyle bakar olduk, işten çıkartılma korkusuyla çalışma ortamlarımızda apolitize olmak zorunda kaldık.

İktidarın yarattığı prototipe ne kadar benzersek yerimiz o kadar sağlam, yoksa her yerden gidiciyiz. Biz bu coğrafyada kendimiz olma hakkını yitirdik evvela.

Hür iradeyle verilen kararlar bile bilinçaltına sızmış, bugüne kadar harfiyen uygulanmış ve sorgulanması zinhar yasak edilmiş ideolojilerin tesiri altında. Yaşananları saf bakışla düşünmek, hodkâmlığı kaybetmeden, önyargılardan uzak tahlil etmek mümkün değil. Gündem o kadar hızlı değişiyor ki, bir haberi içselleştiremeden bir diğeri peyda oluyor. Bilinç daralması bu yaşadığımız, amansız bir körleşme süreci. Ta ki biz hep beraber kör oluncaya kadar sürecek olan bir ışıksızlaştırma. Umutları tüketmeye yönelik sistemli bir operasyon. Neyin doğru neyin yanlış olduğunu iyice birbirine karıştıralım, onlar nereye çekerse gıkımızı çıkarmadan oraya sürüklenelim diye bir iradesizleştirme politikası bu.  

Toplum gün be gün yeniden yapılandırılıyor. Yeni bir kimlik inşası süreci bu. Daha önceleri usul usul ilerleyen süreç artık göstere göstere ilan etti kendini. Her gün ateş çemberlerinden geçtiğimiz, sabrımızın sınanıp durduğu bir cenderedeyiz. Her şeyin en iyisini ben bilirim diyen bir üstten bakışa karşılık sesimiz bu kadar çabuk mu kısılacak? Bizi pasifize etmeye çalışanlara ayna tutmaktan, kral çıplak demekten bu kadar çabuk mu vazgeçeceğiz?

Şimdi size demokrasiden söz ediyorlar. Oysa onlarınki devletin tahakkümünde, bireylerin keyfi yön verdiği, iktidarın sınırlanmadığı, isteyenin istediği gibi at koşturduğu bir demokrasi.

Şimdi size hukuk ve adaletten söz ediyorlar. Oysa onlarınki dayatılan rejim yerine başka bir dünya ihtimaline inanlar, bunu sinkaf etmeden yazı ve sözle dile getirmek suretiyle muhalefet edenler için meşruiyetini ve geçerliliğini yitiren bir hukuk. Günün modasına, bireyin ya da belli bir zümrenin menfaatlerine göre yön ve şekil değiştiren, boşluklardan yararlanmak suretiyle sürekli kılıfına uydurulan bir adalet.

Şimdi size insan haklarından söz ediyorlar. Oysa onlarınki kendi kimliğinin tanınması, kendi dilinin en azından gündelik hayatta, yayın ve basım organlarında, Lozan Anlaşması’nın malum maddeleri gereği mahkemeler kullanılması, kendi kültürünün hor görülmeden kabul edilmesi, ibadethanelerinin resmiyet kazanması kısacası göz ardı edilenler ya da görmezden gelinenler statüsünden toplumda kendine her bireyle eşit bir yer bulmayı isteyenler için anlamı ve varlığı kayıplara karışan insan hakları.

Eğer son çare olarak görülen bir şey tek çare geldiyse durum vahim demektir. Haklarını hukuk vasıtasıyla savunamayan, adalete güvenini yitiren bireyler kendi işini kendi halletmeye kalkışır, caydırıcı olmayan cezalar yüzünden 

Adi suç oranı arttı, tahammül mülkü çoktan yıkıldı. Kürtlere, gayrimüslimlere, eşcinsellere yönelik nefret söylemleri kanıksanır oldu. Toplu taşıma araçları mı, meydanlar mı, alışveriş merkezleri mi, konser salonları mı, okullar mı, havaalanları mı, neresi güvenli? Her gün kelle koltukta geziyoruz.

Bu nedenle her şey havada kalıyor; kelimeler, kullanım değerine göre anlama kavuşuyor zihinlerde. Kişi hatasını kabul etmek istemeye görsün, hakikatlere sırtını dönerken sızlayan vicdanının tiz çığlığını susturmak için zihni ona türlü oyunlar oynar. Görünen köy kılavuz istemez derler ama siz kimlerdensiniz? Her şeyi topyekûn inkâr edip, bana dokunmayan yılan bin yaşasın zihniyetiyle bir hayal dünyasında yaşamayı tercih edenlerden mi, daha da fenası bu derme çatma yapıyı kutsayanlardan mı, yoksa her şeye göz yumup elden ne gelir diyerek gitgide köşeye çekilenlerden mi?

İnsan kaç duyguyu birden taşır yüzünde? Şaşkınlık, öfke, umut arayışı, yılgınlık, ardından toparlanma çabası… İnsana haslet en son duyguyu da çekip koparıncaya dek bırakmayacaklar, öyle mi?

Peki, sizin kelleştiğiniz anlamanız için saçınızdaki son telin de kopması mı gerekli?

@NarDogu