Victor Hugo, Notre- Dame De Paris'i yazmak için katedrali gezerken, Grekçe 'Kader' kelimesini görür duvarda. Roman bitince şu notu düşer:
"O duvara bu yazıyı yazan her kimse, gelip geçen nesiller arasında, yüzyıllardan beri silinip gitmiş, yazı kilisenin duvarından silinmiş, belki kilise de yakında yeryüzünden silinecektir. Bu kitap o kelime üzerine yazıldı. Şubat 1831"
Her güzelliğin kaderinde yok olmak mı var, bilinmez. Notre-Dame Katedrali yangını bir tablo gibiydi, gönül bağı olsun olmasın kimsenin görmek istemediği bir tablo.
Ya da insan kalabilenlerin demeliyim.
Çünkü bazıları insanlık dersinden sınıfta kaldı yine. Böyle günler, turnusol kağıdı gibi. Görünürdeki medeniyet, olgunluk, sağduyu ve dayanışma bilinci sınavdan geçiyor kendiliğinden. Tırnak içinde modernliğin hakiki ederi, bir başka deyişle saflık derecesi ortaya çıkıyor. Katıksız insanlık numunelik artık. Kıyaslama, sorguya çekme, siciline bakma gibi hal ve gidişat beyanına göre acılara ortak olunuyor. Duygudaşlıkla yan yana gelebilmek hayal oldu. İlk taşı kim attıya kadar gidiyor bu bitmek bilmez kan davası. Düşünceye zaten saygı yok da duyguya da saygı yok maalesef.
Katedralin cayır cayır yanmasına içlenmek dünyayı bir bütün olarak kucaklayabilmenin akla ve yüreğe yansıması esasen. Ama yok hemen damga, hemen yafta. Batısevici oluyorsunuz kaşla göz arası. İnsanoğlu iki sokak ötesinde kundaklanan metruk bir köşke de gözyaşı dökebilir, kilometrelerce uzakta gökyüzünü kırmızı bir dumana boğarak alevler içinde kalan bir katedrale de. Başkasının acısına bakma yetisi insanoğlunun hayatı boyunca kazanabileceği hazinelerin başında geliyor. Çünkü kendinden ötesini görebildiğin oranda kavrıyorsun dünyayı; kalbini başkasının kederine açabildiğinde, sırf yanındakinin değil hayatın boyunca hiç görmediğin birinin çığlığı yüreğini hançerleyebildiğinde insan yanın çiçek açıyor. İnsan kendini ömrü boyunca gün be gün yeniden inşa ediyor, tıpkı bir katedral gibi. Binaların da ruhu var, duvarlarında tarihin nefesi, pencerelerinde insanlığın gölgesi. Her mekan bir dünyadır ne de olsa. İçinde bulunduğumuz sürece kısmen parçası olduğumuz bir dünya. Üstelik insanın kendi eliyle, bakışıyla, emeğiyle kurguladığı, değiştirdiği, koruduğu ya da yıktığı bir dünya.
İnsan ya da doğa kaynaklı felaketlerde telafisi imkansız hasarlar görmeyerek bugüne kadar varlığını sürdürdü Notre- Dame Katedrali. İtiraf edeyim, Paris’e hiç gitmedim. Ve pişmanım, gerek iç mekan gerek dış cephe fotoğraflarına hayranlıkla baktığım hatta Pieta heykeli için şiir yazdığım katedrali bugüne kadar görmediğime. İlham da siz beklerseniz geliyor neticede, şuurunuzla işlediğinizde anlama bürünüyor. Keşke o ilhamı harap olmadan evvel alabilseydim. Şimdi fırsatını bulsam bile yekpare ihtişamını görme şansım yok. Bundan sonraki nesillerin de yok.
Katedralin iç mekanlarındaki tarihi eserlerin ne kadarının hasarsız kurtulabildiği henüz netliğe kavuşmadı. Paris’in ruhu yandı, yüreği yandı. Gözyaşlarıyla sönebilir mi bir yangın? Hiç değilse yürekteki.
Hiç şüphesiz, Notre Dame yangınını tarih yazacak ve bu kederli günü sadece Parisliler değil, dünya miraslarının dünyaya ve insanlığa disiplinlerarası katkısının kıymetini bilen herkes anacak.
Doğal felaketleri Tanrı’nın insanlığı cezalandırması olarak gören ilkel zihniyetin ise, hangi din ve mezhepten olursa olsun, çoktan kül olmuş kalplerinde sağduyu ve dayanışma kırıntısı bulmak güç, biliyorum.
Sur’da Dört Ayaklı Minare talan edilirken de
Hasankeyf sular altında kalırken de
Avustralya’da cami kundaklanırken de
Notre- Dame Katedrali yanarken de
Yüreği dağlananlara, göz yaşı dökenlere, hiç değilse içi burkulanlara ne mutlu!
Ne de olsa çoktan yanıp kül olmuş bile bazılarının içindeki insanlık denilen abide.