Pınar Doğu

27 Mart 2020

Ne hayat eve sığıyor ne ölüm kalbe

"Hayat bu işte, kader böyle" diye diye kendi yapıp etmelerinin sorumluluğunu taşıyamayanların yüzü hangi aynaya sığar?

Çocukluğumda kısa süreliğine oturduğumuz semtte, üst kat komşumuz genç yaşta İstanbul’a gelin gelmesine rağmen ömrü hayatında Beyoğlu’nu hiç görmediğini söylemişti. Halbuki otobüsle yarım saat mesafedeydik Taksim’e. Ortaokulda okuyordum, havsalam almamıştı. İnsan İstanbul’da otururdu da Beyoğlu’na nasıl gidemezdi? Biz oradan taşındıktan sonra hiç irtibatımız olmadı. Oğulları başkasının taksisini işletiyordu gece gündüz. Ayın sonunu zor getiriyorlardı, bir bilet parasının hesabını yapıyorlardı. Vaziyet böyle olunca hayat eve sığmak zorunda kalıyordu, zar zor sığdırılıyordu sözüm ona.

Yoksullukla ilk yüzleşmem değildi bu. Bizim de tuzumuz kuru değildi ama dar ayakkabıyla yaşamak zorunda değildik hiç değilse. Henüz dokuz yaşındayken, tatil için ailecek gittiğimiz sayfiye kasabasında akşamın ilerleyen saatlerinde dolaşırken duvarın dibinde ben yaşlarda bir çocuk görmüştüm. Dizlerini göğsüne çekmiş, kollarını bacaklarının arasında kavuşturmuş, başını kaldırmadan mahcup oturuyordu. Hemen önünde ise tartı vardı, kimseyi ünlemeden öylece duruyordu, küskün bakışları içime dokunmuştu. Sabaha kadar ağlamıştım pansiyonda. Niçin o vakitte oradaydı? Niçin çalışmak zorundaydı? Hayatı eve sığdırmak zordu çünkü.

Bir ömre sığmıyor parıltılı hevesler, haklı beklentiler, ufalanmış ümitler...

Öyle çok alacağı var ki insanın hayattan…

Evladına pantolon alamadığı için intihar eden babanın, Fatih’te borç ve yoksulluktan canlarına kıyan kardeşlerin, ataması yapılmadığı için genç yaşta ölümü seçen öğretmenlerin, evlatları faili meçhule karışan Cumartesi Anneleri'nin evi ev, hayatı hayat mıdır? Onların acısı hangi cümleye sığar?

"Hayat bu işte, kader böyle" diye diye kendi yapıp etmelerinin sorumluluğunu taşıyamayanların yüzü hangi aynaya sığar?

Hakkını arayanların mücadelesine sessiz kalanların, hatta köstek olanların vicdanı hangi özüre sığar?

Tecavüz suçlularına hak ettikleri ceza verilmediğinde, verilse dahi bir süre sonra indirim uygulandığında, hatta afla salıverildiklerinde vebali adalet terazisinin hangi gözüne sığar?

Ömrünü iki paltoyla geçirenlerin boğazından geçemeyen lokmalar kimin boğazına sığar?  

Dün bir fotoğrafa denk geldim. Küresel salgına rağmen çalışmak zorunda olan inşaat işçilerinden birine verilen yemeğin fotoğrafı. İçine ıspanak konmuş bütün bir ekmek. Ispanak da öyle reçel gibi hafifçe sürülmüş zaten. O fotoğraf kalbe sığmıyor işte.

Kimisi çalışmak zorunda olduğu için eve giremiyor, kimisi parasızlıktan evden çıkamıyor. Salgından önce de böyleydi bu, sonra da böyle olacak. Ve korkarım artık kölelerin ayaklarındaki zinciri fark etmesi yetmiyor, efendilerin arsız iştahını kapatması şart!

Hayatı eve sığdırmaya çalışırken kimse layıkıyla yaşayamadan ölüp gitmesin diyeydi başka bir dünya tahayyül etmemiz. Salgından dersler alarak çıkacak mı insanlık? Dünya düzenini bir avuç muktedir belirlemeye devam ettiği müddetçe zor. Doğayı ve insan hayatını cehenneme çevirenlere söylenecekler bir yazıya sığmaz zaten.

Şimdilerde günler daha ağır geçiyor, zaman etimizi dişliyor sanki.

Her gün birçok eve yas ateşi düşüyor. Kaybın yaşlı olması acıyı hafifletmiyor. Gençlerin de kötü haberini almaya başladık üstelik.

"Bu da gelir bu da geçer ağlama"

diyesim geliyor da…

Ne hayat eve sığıyor ne ölüm kalbe.

İstanbul - Taksim Meydanı (Fotoğraf: Murat Bay/ Sendika.Org)