Fransız Devrimi’nin 200. yıldönümü kapsamında bir halk mahkemesi kurulur ve ihtilal mahkemesi tarafından idam cezasına çarptırılan Fransa Kralı XVI. Louis ve Kraliçe Marie Antoinette yeniden yargılanır.
Saraya öfke ve nefret duyan devrimcilerin iki yüzyıl önce aldıkları karara karşın, bu kez beraat ederler.
Suçsuzluklarını gösteren yeni deliller mi bulunmuştur, yoksa mevcut olgular onları artık suçlu olmaktan çıkarmış mıdır dava yeniden değerlendirildiğinde?
Vatana ihanet suçunun kapsamı mı değişmiştir yoksa?
Zaman içinde Fransa’nın bakış açısı farklılaşmıştır işin aslı. Fransa bir zamanlar suç kabul ettiğini artık suç olarak görmüyordu belli ki. Kral Louis ve Marie Antoinette’ye itibarlarını teslim etmişti bir bakıma.
Tarih sahnesi, muktedirin maruz kaldığı haksızlıklardan ziyade, bir köşeye sinmiş mazlumlar ile ‘Kral çıplak’ demeyi göze almış cesurların insani haklarının ihlal edilmesinin bazen trajediye bazen parodiye dönüşmesine daha çok tanıklık etmiştir.
Tarih, mahkemelerin verdiği yanlış kararların sayısız örneğiyle doludur. Gün gelir, gerçeğin halının altına süpürülmesine gönlü razı olmayan kişiler bir araya gelir ve toplumun gözündeki çapakları temizlemek için kolları sıvar.
Suçlu ilan edilenler aklanır, hakları yenenlerin geç de olsa mağduriyetleri giderilir. Mağdurların ihtiyacı uzlaşmak değildir, telafi de tek başına yetmez, haklarının ve itibarlarının iade edilmesi gerekli. Ezcümle, taşlar yerine oturur ve iyi ile kötünün, doğru ile yanlışın tanımı yeniden yapılır. Toplum vicdanı er geç yürürlüğe girer.
Şüphesiz hakikat komisyonlarının rolü çok büyük bu hususta.
Arjantin’de 1983 yılında kurulan Kayıplar Ulusal Koalisyonu Kirli Savaş olarak bilinen askeri diktatörlük dönemindeki hak ihlallerini inceleyerek 8 bin 960 kaybın izini sürdü.
Güney Afrika’da apartheid rejiminin yıkılmasından sonra 1995’te kabul edilen “Ulusal Birliği ve Uzlaşmayı Destekleme Yasası” gereği hakikat komisyonu kurulmuştu. Geçmişteki insan hakları ihlallerini araştırma ve aydınlatmak amacıyla kurulan ve Birleşmiş Milletler’in gözetiminde yürütülen Hakikat ve Uzlaşma Komisyonunda (HUK) yaklaşık üç yıl içinde 20 binden fazla insanın tanıklığına başvuruldu. Mağdurlarla yapılan görüşmelerin dışında, pek çok kişi suçunu itiraf etmek için bu komisyona başvurmuş ve yedi bin suçlu arasından 849’nun af isteği kabul edilmişti. Suçlu ve mağdurların beyanların radyo ve televizyonlardan naklen gösterilmesi büyük yankı uyandırmıştı.
Ro Mu-yhun 2005’te Güney Kore’de, 1945-1980 arasında yaşananları araştırmak hedefiyle bir hakikat komisyonu kurmuştu. Üç yıllık çalışma sürecinin ardından maalesef kapatıldı.
Türkiye’de ise başta 1980 darbesi sürecindeki hak ihlallerinin incelenmesi amacıyla hakikat komisyonu kurulması için kanun teklifleri verildi. BDP Batman Milletvekili Ayla Akat’ın 2012’deki kanun teklifinin ardından 2015’te HDP Grup Başkanvekilleri Pervin Buldan ve İdris Baluken de bu konuyla ilgili kanun teklifinde bulunmuştu.
Kollektif belleğin hakikatleri göz ardı etmeden oluşturulması, kısa ve uzun vadede toplumun ruhsal sağlığının korunması ve suçlu ile suçsuzların doğru bir şekilde saptanıp adaletin tesis edilmesi adına hakikat komisyonları büyük önem arz ediyor.
Adorno 1956 yılında yazdığı makalede “geçmiş, ancak geçmiş olanın nedenleri ortadan kaldırılırsa işlenmiş olabilecektir,” diyordu. “Geçmişten kurtulmak isteniyor; haklı olarak çünkü onun gölgesinde yaşamak imkansızdır, suç ve zorbalık yine sürekli suç ve zorbalıkla ödenecekse, bu dehşetin sonu yoktur; haksız yere, çünkü hep kaçıp kurtulmak istenilen geçmiş hala capcanlıdır” Yani dişe diş, göze göz mantalitesinin sonu yoktur, kısır döngüdür ve ne adalete ne demokrasiye hizmet eder. Adorno geçmişle ilişkinin nevrotikliğinden yakınıyor ve “saldırı olmayan yerde savunma davranışları, haklı çıkarak somut nedenler olmadığında güçlü duygusal tepkiler; son tahlilde ciddi olunması gerektiğinde duygusal tepki yetersizliği, çoğu zaman bilinen ya da yarı bilinenin düpedüz bastırılması…” diyordu.
Bu standart tepki ve eğilime örnek vermek için sadece uzak geçmişe bakmak yetersiz. Çünkü yakın geçmiş dava konusu edildiği zaman, suç teşkil edecek ayrıntılar bulmak isteyenlerin de tutumu bundan farksız.
Fransa, Kral Louise ve Marie Antoinette’yi artık vatan haini olarak görmezken, 21. yy. Türkiye’sinde vatan hainliği suçu teşmil ediliyor. Hem de bu cürmün kıyısında köşesinden geçmek şöyle dursun, meslek hayatını adaletsizliklerin ortaya çıkmasına adamış bir grup gazeteciyi hedef gösterip müdahil edecek şekilde.
Şüphesiz Sartre’ın da dediği gibi hayatımızı seçimlerimiz belirliyor ve her birimiz bu seçimlerin sorumluluğunu almak mecburiyetindeyiz. Bu, birey olmanın da ilk koşulu aynı zamanda. Ve seçimlerimizin sorumluluğunu taşıyıp taşımadığımız vicdanımızın saatinin doğru çalışıp çalışmadığını da gösteriyor.
Çünkü bugün alınacak yanlış kararların, bugün ihlal edilecek insan haklarının, bugün suçsuz yere mahkum edilenlerin vicdani yükünü ileride kurulması olası hakikat komisyonlarında gün yüzüne çıkacak hakikatlerin hiçbiri azaltmayacak.
Çünkü insan içinde bulunduğu koşulları değiştirebilen bir varlıktır. Ve insan sadece kendisinden değil, tüm insanlardan sorumludur Sartre’ın dediği gibi.
Hakikati söylemekten çekinmeyenler, gazeteciler, akademisyenler, aktivistler, STK’lar, politikacılar, siviller, kısacası hangi zümreden olursa olsun hakikat savunucuları kendi menfaatleri için hakikati saklayanların gözünde tehdit unsurudur. Ya işten çıkarılırlar ya tutuklanırlar ya da son çare öldürülürler. Sindirme politikası işlemediğinde yok etme politikası devreye girer. Halbuki onların yaptığı tek şey, her koşulda ve her şeye rağmen doğruları haykırmaktır.
Ahmet Şık ve Ahmet Altan’ın manifesto niteliğindeki savunmaları Platon tarafından kaleme alınan Sokrates’in Savunmasıyla boy ölçüşecek kadar güçlü bir dile haiz. Onlar birer parrhesia, yani hakikat anlatıcısı.
Bu nedenle, toplum nezdinde itibarsızlaştırılmaları hem gazeteciliğin evrensel etiğine gölge düşürür, hem de yüzyıllar geçse de telafi edilemeyecek bir ayıba dönüşür.
Umut ediyorum ki, suçsuz yere göz altına alınan, tutuklanan ve hapsedilen gazetecilerin, muhabirlerin, Gezi’de polis tarafından öldürülen insanların, Roboski katliamında hayatlarını kaybedenlerin, aylarca sokağa çıkma yasağı uygulanan bölgelerdeki hukuksuzlarda mal ve can kaybı yaşayanların, soruşturmadan geçen ve bir kısmı tutuklanan insan hakları aktivistlerinin itibarları iade edilir de gerçeğin açığa çıkması için yılların geçmesini beklemek zorunda kalmayız.
Artık masumlar cezalandırılıyor, suçlular görmezden geliniyor. Dostoyevski’nin Suç ve Cezası’ndaki şu bölüm durumu özetliyor: “Kimse kimseyi anlamıyor, herkes telaş içinde koşturuyordu. Herkes gerçeği kendisinin bildiğini düşünüyor, karşısındakinin bunu anlamamasından acı çekiyor, göğsünü yumrukluyor, ağlıyor, kıvranıyor, elini ovuşturuyordu. Kimi yargılayacaklarını, nasıl yargılayacaklarını bilmiyorlar; neyin iyi neyin kötü olduğunda anlaşamıyorlardı. Kim suçlanacak, kim aklanacak, kimsenin bildiği yoktu.”
Ne yazık ki, hakikat komisyonu kurulmasını gerektiren hukuksuzlar her geçen gün artıyor. “Allah büyük, bugünler de geçer” diyerek kös kös oturacak mısınız, yoksa gerçeklerin aydınlatılması için mücadele mi edeceksiniz?
Seçim sizin.
@NarDogu