Türkiye'de yaşamanın bedeli dipsiz bir umutsuzluğa düşmeyi göze almak demek. Bir travmadan diğerine evriliyoruz. Bir yas sona ermeden yeni ölümlerin yasını tutuyoruz. Travma geçmişte bırakılamayandır, sürekli bir ‘şimdi'ye hapsolandır. Jacques Derrida "Çünkü yara sadece geçmiş değil, gelecek karşısındaki dehşetimiz yüzünden de açık kalır." der. Kötülüklere, katliamlara, zulümlere karşı hassasiyetini yitirenler umutsuzlukla avutur kendini. Elden ne gelir ki, diye düşünmek bir başka kaçış şeklidir aslında.
Sürekli haksızlığa uğramanın, yenik hissetmenin, birşeylerin avuçlarımızdan kayıp gittiği hissinin taaruzuna uğramanın, umut ile umutsuzluk arasında salınıp durmanın, kendini anlatmak zorunda kalmanın yükü ağırdır. Kendini sürekli anlatmak zorunda kalanların mahkum edildiği tek bir kader vardır: Anlaşılmamak.
Kötülükler, vicdansızlıklar, adaletsizlikler sizden ilk önce kelimelerinizi çalar, ilk başta şaşkınlığın suskunluğuyla, sonra çaresizliğin sessizliğiyle lal olursunuz. Öfke, kelimeleri boğazınıza tıkar, haykırsanız da bir müddet sonra kendi sesinize yabancılaşırsınız. Kimseye eriştiremediğiniz sesinizi artık siz de duymaz olursunuz. Dünyanın gizli cezbesini baki kılan o büyünün giderek bozulduğu hissiyle başbaşa kalırsınız. İşte o zamanlarda kısa süre ferahlamak, umut tazelemek, biraz olsun huzur bulmak adına sanata sığınmaktan başka bir çıkar yol bulamadığınızda aklınıza gelen ilk mısra hangisi?
Kör ve sağır eden husumet, uçsuz bucaksız nefret, intikam hırsı, sevgi yoksunluğu nasıl anlatılır? Ya kemiklerimize kadar işleyen umutsuzluğun, ruhumuzu okşayacak hiçbir şey bulamamanın, el yordamıyla avuntu aramanın ve sonra bulamayınca çaresizlikle kabuğumuza çekilmenin hüsranı... Anlamları unutup kelimeleri hatırlamak istersiniz. Tıpkı bütün maziyi unutup sadece belli hatıraları yâd etmek istemeniz gibi. Halbuki hayatla aramıza koskoca, dipsiz, alacakaranlık bir hafıza girer. Durmadan unuturuz, durmadan hatırlarız. Kanıksamaktır yaşamak sandığımız.
Kötülüğü, vicdansızlığı, haksızlığı kanıksamak için sürekli didinmek, mazeretler uydurmak, bardağın dolu tarafına bakıp teselli bulmak bir yere kadar oyalar, rahatlatır, sonra başka bir girdaba sürükler: Umutsuzluk. Kimdir kötü insan? Hangi kötülük affedilmez, hangisi sineye çekilebilir? Ya durmadan kötülük yapanlar neden taçlandırılır, niçin rağbet görür? Cevaplar yetersiz kalır, sığ kalır, başka bir handikapla karşılaşılır: Umutsuzluk.
İşte o anlarda, yani kaçıp gitmek istediğinizde, yani bu kadarı da olmaz dediğinizde, yani kendinizi doğduğunuz ülkeye, kente, çevrenize hiç ait olamamış, hiç alışamamış bulduğunuzda, hiçbir şeyin gönlünüzü oyalamadığı zamanlarda hangi mısra gelir dilinizin ucuna? Gelir de bir türlü dökülmez dudaklarınızdan. Taş kesilirsiniz aniden, felç olur her yanınız. Bilirsiniz o mısra da kurtarmaya yetmeyecek artık sizi bu uzun koridordan. Kendinize ait bir oda bulamayacaksınız; hep arafta, her yorgun, hep dargın kalacaksınız. Çünkü umutsuzluk... Ama umut...
Savaşın hazin taraflarından biri, insanlar öldürülürken bizim hayatımıza devam etmek zorunda olmamız değil midir aslında? Savaş bizden uzaktadır ve yapabileceğimiz bir şey olmadığını zannetme gafletine düşeriz. Gündelik hayatın ritüelleri, bir başka deyişle hayhuyu bizi öyle edilgenleştirir ki adına düzen dediğimiz o yeknesaklıkta farkında olmadan boğuluruz. Hayatı olduğu gibi kabullenmektir en uzun intihar. Hiçbir şeyi değiştiremeyeceğimizi sanmak, kendi kudretimizi küçümsemek, çemberin dışına çıkamayacağımızı, elimizin kolumuzun bağlı olduğunu, başkasının yarasına merhem olamayacağımızı düşünmek vicdanımızı rahatlatmamızı, yüreğimizi ferah tutmamızı sağlayıp geçici bir derman olur. Gerçeğe sırtımızı dönmenin rahatlığıyla hayatımıza devam ederiz. Gerçeği görmemek yeni bir yaşam biçimi sunar. Etliye sütlüye karışmayan, kendi yağında kavrulan, kendinden başkasını yoksayan bir hayat anlayışına sürükler.
Savaşın en büyük trajedisidir bu. Hayata kaldığı yerden devam edebileceği hissini verir uzaktan bakana. Her tür kötülüğe rağmen hayatın aynı kaldığını söyleme safdilliliği herşeyi olağan hale getirir. Ölülere de geride kalanlara da yabancılaştırır uzaktan bakanı. Hiçbir şeyin sorumluluğunu almak zorunda olmadığımız düşüncesini aşılar usulca. Herşey bizim dışımızda olup bitmektedir ve yapabileceğimiz hiçbir şey yoktur gûya.
Tek bir şey kalır geriye, ister endişe deyin ister korku, tek bir soru işareti kurcalar durur aklımızı: Ya bizim de başımıza gelirse?
Çünkü insan en çok kendine üzülür.
Her yerde herkes için barış diye ne zaman haykıracağız hep birlikte? Şiddetin haklısı, haksızı olmadığını ne zaman kavrayacağız? Ne zaman herkesin ölüsü için yas tutacağız? Ölenler ne zaman birilerinin değil, herkesin ölü sayılacak? Soru basit: Bunu anlamak için daha kaç kişi can verecek?
Savaş karşısında hissedilen çaresizlik, yükü birlikte sırtlama sorumluluğundan gönül rahatlığıyla kaçmayı kolaylaştırır. Savaş öyle gürültülüdür ki, umudu çağıran hiçbir sesin işitilemeyeceği hissine kapılırız. Biz zaten ne yapabiliriz ki, der dururuz. Umutsuzluk böyle başlar, teslim bayrağını çekmekle. Çünkü umutsuzluğa kapılmak unutmayı da kolaylaştırır.
Umutsuzluk kötülükten korunma isteğidir. Görmezden geldiğimiz her kötülüğün bir gün bizi bulacağı korkusunu yenmek için sığındığımız güvenli bölgedir. Umutsuzluğa kapılmak bizi edilgenleştirir, seyirci haline getirir, kendimizi güvenceye alarak uzaktan bakmamıza neden olur. Bu bizi zamanla kötülüğün parçası haline getirmez mi?
Öte yandan umutsuzluk rahatlatıcıdır da, yaşamı birlikte savunma gerekliliğini unutturur insana. Köşemize çekilmekte beis görmeyiz. Umutsuzluk hayatın olağan akışına göz yummamızı kolaylaştırır, değişimin mümkün olmadığını fısıldar. O nedenle umutsuzluğa kapılmak kolaya kaçmaktır, kendini hafife almaktır, vicdan azabından kurtulmanın en basit yoludur.
Soren Kierkegaard umutsuzluğu hastalıkla eş tutuyor ve bu hastalığın en korkunç işaretinin onun gizemi olduğunu belirtiyor. Umutsuz olduğunun ayırdına varmayanlar umutsuz değil mi peki? Kierkegaard'a göre rahatsızlığı hiç hissetmemek umutsuzluğun ta kendisi!
Asıl umutsuzluk hiçbir şey yapmadan bekleyip görmeyi seçmektir. Türkiye'de yaşamak demek sürekli bir bekleyişe hapsolmak demek. Barışı, adaleti, sevgiyi bekleyip durmak. Oysa beklemek zamanı uzatmaktan başka ne işe yarar ki!
Behçet Necatigil'in şiirciğindeki gibi "Bu kol kısa dikilmiş, günler uzun geliyor."
Çünkü umutsuzluk... Ama umut!
@ NarDogu