Pınar Doğu

01 Eylül 2023

Barış siyaseti, kadınların huzuru ve üvey olmak

Muhalifleri tek tek cezalandırmak, her seçim sonrası şiddette el arttırmak, hak ihlallerini norm haline getirmek suretiyle düşman hukuku uygulayan iktidarın gelecek planlarında telafisi gittikçe zorlaşan bir yıkım stratejisi, tektipleşerek birbirine yabancılaşmış itaatkâr bir halk tahayyülü, bir dahaki seçimde yenilme ihtimaline karşı giderayak cebini iyice doldurma gayreti var

UNESCO, Diyarbakır surlarını ve Hevsel Bahçeleri'ni 'Tehlike Altındaki Dünya Mirası Listesi'ne alacağı uyarısında bulundu. Yıkım, kayyım, endüstriyel üretim derken doğal güzelliği mahvedilen yerlerin başında geliyor. Tüm bunlar sadece doğaya değil, Kürtlere düşmanlıktan esasında. Hakikat bu. Tomalar "yanlışlıkla" birini ezdiğinde de sebebi bu. Çözüm isteyenler hapse atıldığında da.

 Barış inşasının sürekli çöktüğü, nefret söylemlerinin ifade özgürlüğü adı altında meşrulaştırıldığı, eşitlik söylemlerinin ise suç sayıldığı, geleneksel sağ ile alternatif sağ arasına sıkışıp kalmış bir ülkede nefes almanın bedelini ödüyoruz.

 Türkiye'de yok sayılmanın uzun ve sessiz bir tarihi var.

 Daha geçen hafta Barış Anneleri toprağa verildi, tabutlarında tülbentle.

 Daha geçenlerde e-reçete'ye eklenen diller arasında gözlerimiz Kürtçeyi, Ermeniceyi, İbraniceyi, Süryaniceyi aradı.


Çizgi: Tan Oral

 Çok değil, daha birkaç gün önce otobüs durağında oturan trans kadına yangın söndürme tüpü sıkıldı.

 İnkâr ve zulüm AKP'yle başlamadı şüphesiz. Türkiye'nin barış karnesi hep zayıftı. Faili meçhuller, zorla kaybedilenler, aksi yönde kanıtlara rağmen cezalandırılanlar, intihara sürüklenenler... Geçmişten bugüne iktidar, ağını attığı gündelik hayatta şiddetin görünen ve görünmeyen tüm tezahürleriyle varlığını hissettirdi. Kadın cinayetleri, cinsel şiddet, ekolojik tahribat, yolsuzluk, çeteleşme, yıldırmalar, güvencesizlik, yavaş suçlar, simgesel şiddet...

 Türkiye maarif takviminin her yaprağına hak ihlali yazılsa yeridir. 27 Şubat 1982 tarihli yaprağı açalım mesela. Barış Derneği'nin 44 yöneticisi tutuklandı. "Barışın yargılanması" olarak tarihe geçen dava, dünya çapındaki sayılı örneklerden biriydi aynı zamanda. 12 Eylül Darbesi'nin ardından 23 bin 677 derneğin faaliyetleri durdurulmuş, sıkıyönetim mahkemelerinde yargılamalar başlamıştı. Barış Derneği hakkındaki soruşturmanın gerekçesi olarak dernek bültenindeki yazılar gösterilmişti. Bir süre sonra soruşturmanın kapsamı genişletilerek 3 Nisan 1977'de kurulan derneğin faaliyete geçtiği ilk günden itibaren araştırılmasına karar verildi. Tüzüğünde amacı "adil ve kalıcı bir barışın gerçekleşme koşullarının araştırılması, geliştirilmesi, savunulması ve tanıtılması" olarak belirtilen Barış Derneği, nükleer silahların yasaklanmasını ve NATO gibi askeri ittifakların kaldırılmasını hedefliyordu. Derneğin tutuklanan kurucuları ve yöneticileri 1982'nin sonuna doğru serbest bırakıldı. Mahkemelerin uza(tıl)masıyla ancak 1991'de beraat ettiler. Tarih tekerrür etmişti aslında. 1950'de Behice Boran, Adnan Cemgil, Nazım Hikmet öncülüğünde kurulan Barışseverler Cemiyeti kuruluşundan iki hafta sonra, Türkiye'nin Kore'ye asker gönderme kararını protesto etmek için TBMM Başkanlığına telgraf çekmiş, bildiri yayımlamıştı. Bunun üzerine tutuklanan yöneticiler altı ay sonra verilen kararla on beşer yıl ceza aldılar. Fakat "suç, barış zamanı işlendiğinden" cezaları 3 yıl 9 aya düşürüldü.

 Barış istemek hep suçtu Türkiye'de, hâlâ da öyle.  

 Etnisite, din, mezhep temelli düşmanlıkların seyri değişmedi, rakamlar hak ihlallerinin vahametini göstermeye yetiyor. Öte yandan ötekileştirmeden söz edilebilmesi için alt ve üst sınırlara da gerek yok aslında, bir kişinin bile kendini dışarıda hissetmesi yeter. Kadınlara, LGBTİ+lara, hayvanlara, mültecilere, ağaçlara, sahil kenarlarına, çocuk sesine yönelik nefret gün geçtikçe artıyor.  İktidar işine gelmediğinde kadınların hayatını güvencesizleştirmek pahasına İstanbul Sözleşmesi'ni yürürlükten kaldırıyor; işine geldiğindeyse "kadınların huzuru" adı altında yaşam alanlarını muhafazakarlaştıran kanunlar uyguluyor. Açık alanda alkol yasağı, pembe otobüsler gibi. Suçu önlemenin yolu, cezaların caydırıcılığının pek yüksek olmadığı göz önünde bulundurulursa aile, okul, işyeri vb. tüm kurumların eril zihniyetten kurtulması, yediden yetmişe topluma eşitlik anlayışının benimsetilmesi, kadının birey olarak kabul edilmesi gibi uzun zaman alacak değişimlerle mümkün. Özgürlük yoksa toplumsal barış da mümkün değil. Aynısı tersi için de geçerli.

 Özgür olmadığımızı söyleyecek dile ve imkâna sahip olmak özgür olmanın kendisi kadar önemli.

 Muhalifleri tek tek cezalandırmak, her seçim sonrası şiddette el arttırmak, hak ihlallerini norm haline getirmek suretiyle düşman hukuku uygulayan iktidarın gelecek planlarında telafisi gittikçe zorlaşan bir yıkım stratejisi, tektipleşerek birbirine yabancılaşmış itaatkâr bir halk tahayyülü, bir dahaki seçimde yenilme ihtimaline karşı giderayak cebini iyice doldurma gayreti var. Çünkü iktidarlar gücünü istikrardan alır. Resmi hakikat rejimi, eğitimden medyaya çeşitli araçlarla yapılandırdığı zihniyeti yayarak varlığını sürdürür. Kendine faydası dokunmayan hiçbir reform talebini gündemine almaz. Yoksulluğu bireyin başarısızlığı, hak ihlallerini cezalandırma yöntemi, cinayet kurbanlarını, istismar mağdurlarını vs. talihsizler olarak görerek kendini devamlı aklar.

 İşte bu yüzden barış, iktidarların keyfine bırakılamayacak kadar ciddi bir meseledir.

 Ortak yarar adına topluca talep etmek gerekir. Fakat bazı insanlar toplumsal barışı neden istemez? Spinoza, Teolojik-Politik İnceleme adlı eserinde sorduğu soruyu cevaplamayı evvela kendisi reddeder: "Neden insanlar sanki özgürlükleri için savaşırmışçasına kölelikleri için savaşırlar?" Halk neden bu kadar irrasyoneldir gerçekten? Kölelikten neden mutludur? Spinoza zalimlerin örselenmiş ruhlara, örselenmiş ruhların da zalimlere ihtiyacı olduğunu söyler. Bu yüzden halklar kedere boğdurulur. Keder iktidarların varlığını sürdürmesi için elzemdir. Halbuki hak mücadelesinde öfke vardır. Hiç şüphesiz, ayrımcıların haksız öfkesinden farklıdır bu. Kederli ruhların sessizliğinden güç alan iktidar, mağdurların neşeli öfkesi karşısında sendeler, bozguna uğrar. İşte bu neşeli öfke özellikle kadınların ve LGBTİ+ların feminist dayanışmasıyla ses kazandığından AKP hükümetinin başını ezmeye, dilini koparmaya çalıştığı, iktidarına tehdit gördüğü kesimlerin başında kadınlar ve LGBTİ+lar geliyor. İstanbul Sözleşmesi'nden geri çekilmesinin sebebi, bu güçlü ittifakın toplumsal değişimi sağlamada kilit rol oynayacak ve barışçıl bir gelecek tahayyülünü gerçekleştirecek potansiyeli.

 Siyasal İslamcıların ve ulusalcıların biri öz evlat olduysa öbürü üvey evlat oldu bugüne kadar. Hükümetler iki uç gibi görünen, aslında birbirini besleyip güçlendiren kesimlerin sözcülüğünü yaptı. Bir de üveyliği hiç değişmeyenler var. Kürtler, Ermeniler, Yahudiler, Süryaniler, Aleviler. Evlattan sayılmayanlar da var: Varoluşları nefret objesi olarak görülen LGBTİ+lar.

Ötekileştirilmenin boyutları makbul vatandaş tanımının dışına çıktıkça artar. Diyelim, Türk-Sünni değilsen, bir de lubunyaysan, üstelik ateistsen, bir de vicdani retçiysen, hatta vegansan katmerli nefrete maruz kalırsın. Hâl böyleyken, mağduriyet hiyerarşisi kuranlar acıları birbiriyle yarıştırır, sadece diriler değil ölüler arasında da ayrımcılık yapar, hak mücadelesinin kesişimselliğini göremez. Kim kimi ötekileştirirse sağcılarla hizalanır. Barışın gecikmesinde onların da payı vardır.

 Ayrımcılığın bilgisizlikten kaynaklandığına dair eski bir yanılgı tedavülden kalkmadı bir türlü. Günümüzde geçerliliğini epeyce yitiren bu yaklaşım, failleri "yanlış bilgilerle beyni yıkanmışlara" indirgeyerek dolaylı yoldan temize çıkarıyor. Kökeninde sadece cehaletin olduğunu varsaymak örgütlü, bilinçli, sistematik kötülüğün işleyişini görmeyi engelliyor. Toplumsal barışın sağlanamamasının müsebbibi kötülükler, bilgisizlikten çok daha derin bir yoksunluktan, adlı adınca söylersek vicdan eksikliğinden, bundan sebep iradi tercihten, hatta üstünlük isteminden ve  ayrıcalıklardan vazgeçememekten, aslında tam da yapabildikleri için yapıyor oluşlarından kaynaklanıyor. Bilgiden mahrum bırakılmalarından ziyade hakikatin işlerine gelmemesinin payı daha büyük.

 Çürümenin riski zamanla kokusunu alamamaktır. Uzun süre baktıktan sonra gözün karanlığa alışması gibi.

 Bu faşist düzene, hareket alanlarımızı günden günden kısıtlayan dayatmalara, başta muhatapsızlık olmak üzere her türlü sindirme politikalarına alışmamak için mücadele mirasını sürdürüyor, haklarımızı istiyoruz yıllardır. Geçmişten bugüne alacaklıyız. Toplumsal travmaların iyileşmesi hatırlayarak unutmayla mümkün. Marc Auge'nin "geriye dönme" dediği yöntem tam da budur. Unutmak için önce hatırlamak gerekiyor. Yeniden bağ kurabilmek için yüzleşmek, geride bırakabilmek için telafi etmek, güven ortamı yaratmak için toplumsal suçları tekrarlamamak lazım. Halklara yönelik suçların hesabı sorulmadan barış tesis edilemez. İşte bu yüzden barışmak ile helalleşmek arasında amaç, yöntem ve sonuç farkı var. Çünkü hiçbir hak ihlali yama tutmaz.

 Eşitlik sağlanmadan, onarıcı adalet uygulanmadan, insanın insana kötücül bakışı değişmeden barış ihtimalinin doğmasına imkân yok.

 Olsun, biz bir ihtimale tutunduk, daha da tutunuruz. Kaderimizi iktidarın iki dudağının arasına bırakmayız.

 Barışın geç gelmesi, hiç gelmemesinden iyidir.