Pınar Doğu

07 Haziran 2018

Ahlat Ağacı'nda mükemmellik ve kusur

Uyumsuzluk insanı kendisi olmaya yönelten ilk başkaldırısıdır

Cannes Film Festivali’nde dakikalarca ayakta alkışlanan bir film, yönetmenin doğup büyüdüğü topraklarda niçin beklenilen rağbeti ve takdiri görmez? Niçin bazıları yere göğe sığdıramazken bazıları eleştiri yağmuruna tutar? Niçin tabana tabana zıt, tıpkı Yeni Türkiye gibi, iki kutba ayrılır seyredenler?

Nuri Bilge Ceylan’ın dokuzuncu filmi Ahlat Ağacı, tıpkı meyvesi gibi, eksiği gediğiyle bazen şekilsizleşen, buruklaşan ancak son tahlilde genel atmosferini koruyarak ilerleyen ve final sahnesinde şaha kalkan bir yapıt.

Ahlat, bazı yörelerde çakal armudu, çördük, gelinboğan adlarıyla da bilinen eğri büğrü, şekilsiz yabani bir armut. Gövdesi sert ve dikenli olan ahlat ağacının tadı buruk ve zor yutulan meyveleri sonbahar gibi olgunlaşır. Susuzluğa oldukça dayanıklı olan bu ağaç kurumaya yüz tutsa bile, meyve vermeye devam eder. Kurak ve tenha bir yerde çoğunlukla tek başına dikilen yalnız, ayrıksı bir münzevidir ahlat ağacı.

Nuri Bilge Ceylan kamerasını yine taşrada dolaştırıyor. Sinematografisine baktığımda her filmi bir zincirin halkaları gibi. Kendini tekrar etmek pahasına aynı meselelerin etrafında dolaşmaktan geri durmuyor. Ebru Ceylan ve Akın Aksu ile birlikte yazdığı senaryoda bir baba- oğul ilişkisinin Freudyen analizini yapmanın ve mekanın insan üzerindeki etkisini anlatmanın yanı sıra, günümüz yazarlarının ontolojik kaygılarına, egosantrik kimlik savaşlarına da değiniyor.

Küçük aydınların teori ile pratiğin arasına sıkışmış hayatları, varoluş çabalarının sonuçsuz kalması neticesinde yaşadıkları yabancılaşma, taşra yalnızlığına mahkum olmaları, bürokrasinin yavaşlığı ve riyakarlığı, yoksulluğun ahlaki değerleri çökertmesi, yardım ve iyilik ilişkisi Nuri Bilge Ceylan sinemasının temel meseleleri.

Rüzgarın yaprakları hışırdatmasına, mum ışığında karakterlerin yakın plan çekimine, vızıldayan karasineğin sohbeti bölmesine ve geniş plan çekilmiş ovalara, tepelere, karla kaplı manzaralara hemen hemen her filminde rastlarız.

Ahlat Ağacı’nda da gözümüzün önceki filmlerinden alışkın olduğu kareler gösteriyor bize; kusursuz bir fotoğraf estetiğinde ancak basmakalıp, ezbere, aşina kareler. Karakterlerine düpedüz slogandan farksız, kitabî, uzun cümleler kurdurarak hikayenin sırtını bu defa bitmek bilmeyen diyaloglara dayıyor iyice. Edebiyat gücünü kelimelerden alır, halbuki sinema resimlerden.

Bazı sekansların görüntü kalitesinin neden düşük olduğunu merak etmiyor değilim. Baba topraklarında bir kez daha film çekerken niçin aynı izlekleri, kareleri tekrar ettiğini sormadan edemiyorum. Filmde Ahlat Ağacı’nın dışında biri çoklu anlama sahip diğeri anlamı kapalı iki metafor ön plana çıkıyor: Kuyu ve Truva atı. Yunus Emre, Mevlana, Peyami Safa gibi isimlerden alıntılar göze çarpıyor.

Sinan’ın okulu bitirip memleketine dönmesiyle başlayan film, iç içe geçen iki eksende ilerliyor: Sinan’ın ganyan oynamaya düşkün, sağdan soldan borç aldığı altınları geri vermeyen, edebiyata meraklı, doğayı ve köpeğini çok seven, babası dahil herkes tarafından eleştirilen, yine de kimseye gönül koymayan, her şeye gülüp geçen, bardağın hep dolu tarafını gören babası İdris ile rollerin kimin zaman yer değiştirdiği bulanık ilişkisi. Buraların yaşam kültürüne ait itiraflar olarak betimlediği denemelerini yayımlatmak için verdiği uğraş.

Sinan’ın eleştirdiği, beğenmediği, hor gördüğü babasına aslında ne kadar benzediğini fark etmesinin hikayesi Ahlat Ağacı.

Murat Cemcir’in tüm ikilemleri, sahici ve yapaylıklarıyla bir bütün içerisinde hayat verdiği baba İdris karakteri son kertede oğlunun sevgisini asla kaybetmek istemeyen ama sürekli bir şeyler talep etmekten, her şeyi punduna getirmekten de geri durmuyor. Bennu Yıldırımlar’ın oynadığı anne ise sürekli şikayet eden bezgin, mutsuz ve pasif bir karakter. Sürekli ders çalışır halde gördüğümüz kızıyla birlikte televizyonda dizi izleyerek gününü geçirir, Yeşilçam filminde gözyaşı döker. Mal varlıklarının büyük kısmını İdris’in kumar merakı yüzünden kaybetseler de, yeri gelir oğluna karşı kocasını savunur. Bir daha dünyaya gelse yine aynı adamla evleneceğini söyleyerek yaşamını geleneksel anlayışın kıskacında devam ettiren, şartlar ne kadar kötü olursa olsun düzenini bozmak istemeyen, şikayet etse de kaderine razı olan bir kadındır.

Kadınların bir erkeğe yaslanmadan var olamayan, bir adamın karısı olmaktan öteye geçemeyen bir konumda gösterilmeleri bir yana, sıkışıp kaldıkları çemberin dışına çıkmak adına en ufak çaba harcamayıp hiçbir risk almamaları, erkek karakterlerin gölgesinde kalıp yan rolle sınırlı tutulmaları Nuri Bilge sinemasının tartışılması gereken başlıca özelliği. Son derece eril bir dünya kurması, derinliği olmayan kadın karakterler yaratması ve hiçbirinin hikayenin gidişatında söz sahibi olmaması... Kısa rolüyle göz dolduran ve her saniyenin hakkını vererek oynayan Hazar Ergüçlü Hatice karakteriyle hiç değilse kendi konumunu sorgulayan genç bir kızı canlandırıyor, gerçi nihayetinde o da kendisine dayatılan hayatı gıkını çıkarmadan kabulleniyor, sevgilisi Rıza’yı geride bırakarak. Yeni hayatına geçmeden önce Sinan’a verdiği öpücükle tekinsiz bir portre çizerek...

Sınıf öğretmenliği mezunu Sinan, babasının etkisiyle ilgi duymuştur edebiyata. Denemelerinin bölgeyi tanıtan bir turizm yazısı olarak görülmesini istemez. Basım ve dağıtım için gerekli iki bin lirayı bulmak için önce Belediye Başkanı’nın kapısını(!) çalar. Fakat Belediye Başkanı böyle bir bütçeleri olmadığını söyler, daha önceki yıllarda şiir yazan bir hizmetlinin kitabının masraflarını karşıladıklarını da eklemeden duramaz. Çok kitap okuduğunu, desteğini esirgemeyeceğini söylediği bir iş adamına yönlendirir Sinan’ı. Liseyi bitirmediği için gocunmadığını, üniversite mezunu arkadaşlarının süründüğünü, kendisinin ise her şeyi hayat okulunda öğrendiğini söyleyen, kum ocakları işleten ‘iş adamı’ hiçbir yardımın menfaatsiz yapılmadığı bir dünyanın temsilcisidir oysa. Sonuç yine hüsrandır. Tıpkı filmin başında, Sinan’ın dediği gibi, paran varsa hayat vardır.

Sinan’ın da bulunduğu iki fikir tartışması dikkat çekiyor filmde: Biri soyadı belirtilmeyen yerel yazar Süleyman ile ne yazmak- nasıl yazmak, yerellik- evrensellik ekseninde ilerleyen ve gerilimi giderek artan uzun konuşması. Sinan burada etkin ve sorgulauan bir konumdadır, ukalalık ve dobralık arasındaki ikircikli ve ironik söylemleri Süleyman’ın gerçekçi yaklaşımıyla sekteye uğrasa da. Yazarlığın fazla mesaisi olan söyleşi, imza günü, fuar gibi etkinliklerde boy gösterenlerin edebiyatın piyasasını mı yaptığını yoksa çağın gereklerini mi yerine getirdiğini sorgularlar. Görünme ihtiyacı ağır basan günümüz yazarlarına da, dönemin modasına uyup yazar olma cezbesine kapılanlara da atıfta bulunurlar. Yerel edebiyat çevresinde hatırı sayılır bir başarı elde eden Süleyman’ın Survivor izlediğini öğrendiğimizde kutsal yazarlık mertebesi sarsılır adeta.  Süleyman, peşinden gelip duran Sinan’dan yaka silkerek “Şu an Nobel bile verseler almam,” diyerek uzaklaşır, mağrur Batı tarafından takdir edilmeye bile paye vermediğini göstermeye çalışarak. 

İkincisi ise, Sinan’ın biri ılımlı biri katı iki imamla inanç meselesi üzerine dini referanslarla dolu sohbetidir. Biri farklı tefsirlere açık diğeri tek bir hakikatin olduğunu gözü kapalı savunan iki imamın arasında buram buram nihilizm kokan saptamalarıyla üçüncü bir seçeneğin olduğunu göstererek determinizmin katılığını kırmaya çalışıyor gibidir Sinan. Gerçi bu uzun sahne İslam aleminin sanayi ve teknolojik açıdan geri kalmışlığına, dinin dogmatik olması dışında bir açıklama getirmekten öteye geçemiyor. 

Sinan’ın arkadaşlarıyla ilişkisinde üslubunun ve yaklaşımın değiştiğini görüyoruz film boyunca. Yazar Süleyman ve iki imamla sohbetinde düşüncelerinin derin bir tefekkür sürecinden geçtiğini anlıyoruz ancak çocukluk arkadaşlarıyla, atanamadığı için polis olan fakülte arkadaşıyla konuşurken son derece yüzeysel ve duyarsız. İnsanın çelişkilerle dolu iç dünyasını, bulunduğu kaba göre şekil almasını gayet iyi tahkiye ediyor Nuri Bilge, söz konusu sahneler filmin akışında birer eklenti gibi dursa da. Sinan’ın askerliğinin üstünkörü çekilmiş tek bir sekansla geçiştirilmesi de yapay duruyor.

Sinan’ın kalma- gitme ikilemini yaşadığını bir Hatice ile konuştuğu sahnede hissediyoruz bir de annesine kitabını imzaladığı sahnede. Gerçi kararlı bir tavır sergilemiyor Sinan, gitme fikri belirsiz bir heves, sürekli ertelenen son çare gibi duruyor daha ziyade. Üsten baktığı taşraya mıhlanıp kaldığını, yaşamının babasının kaderinin kötü bir kopyası olacağını ve her günün bir öncekini tekrar edip duracağını içten içe biliyor sanki. Ne de olsa taşra is gibidir, insanın üzerine öyle bir siner ki nereye gitse taşradır artık. Sinan’ın askerden sonra yeniden Çan’a dönmesi bu kabullenişin, teslimiyetin göstergesi gibi duruyor.

Uyumsuzluk insanı kendisi olmaya yönelten ilk başkaldırısıdır. Sinan’ın ve İdris’in uyumsuzluğu arasında belirgin bir farkı vardır. Sinan’ın içine hapsolduğu hayatla uyuşamaması onu sevgisizliğe, kendi bildiğini okumaya ve biricik hedefi için her yolu mübah görmeye ve taşra içinde bir avare olmaya iterken, İdris’in hayal kırıklıklarıyla ve beyhude geçen yaşamının onu sürüklediği yer dağ başında insanlardan uzak, kulübeden farksız tek göz bir barakadır. Sinan’ın insanları, hele ki vıcık vıcık duygusal kadınları sevmediğini söylemesi samimi bir itiraftan ziyade, mutsuzluğunun dışavurumuyken İdris her tersliğe makul sebepler üretmeye, kanayan bir iyimserliğe tutunmaya, hep yaptığı gibi her şeye gülüp geçmeye kararlı görünmektedir.

Hangisinin kuyusundaki su daha erken bitmiştir?

Hangisi ötekinin alter egosudur?

Sinan’ın kendini anlaması babasına ne kadar benzediğinin farkına varmasıyla gerçekleşir. Ve ilk defa kuyunun dibine inmeyi göze alır, babası bile suyun çıkmayacağına artık kani olmuşken.

Kuraklığı kabul etmeyecektir artık. Ne de olsa, kimsenin satın almadığı kitabını hiç değilse tek bir kişi okumuştur; ahlat ağacının ta kendisi olan babası.


@nardogu