Türkiye'de fikirden, yaratıcı üretimden, tasarımdan bahsetmek Kaf dağına tırmanmak demek, çünkü her uyandığımız gün, iyiden iyiye zayıflayan bir ekonomik tablo ile karşılaşıyoruz. İyi yönetilemeyen ekonomi, zenginden fakire herkesin sorunu ve bu şartlar altında elbette öncelikler değişiyor. Yaşam standardının düştüğü, kalitenin değil; temin etmenin öncelik olduğu bir ortamdayız. Bu ortamda, bir şeyin iyi, özgün, özellikli, yararlı, uzun ömürlü, sağlıklı, güvenli yapılmasından çok, en ucuza, en çabuk, en makyajlı halde ve en idare eden biçimde yapılması genel eğilim haline dönüşüyor. Fakirleşen ülke ekonomisi bunu dayatıyor.
Ekonomi sözcüğünün temelinde hane halkı ve yönetim var. Ekonomi dersinin temelinde bu terimin bir kıtlık yönetimi olduğunu öğrenirsiniz. İnsanların ihtiyaçlarının karşılanmasının yönetimi olarak açıklayabileceğimiz ekonomi, sınırsız ihtiyaçlara karşılık, sınırlı kaynaklar söz konusu olduğu fark edildiğinde ortaya çıkmış bir yönetişim bilimi. Kaynakların en verimli biçimde kullanılarak insanların ihtiyaçlarının karşılanması demek özetle.
Ekonomik gelişim, iyi bir kaynak yönetimi ve az harcama ile en üst düzeyde verim ve yarar sağlamayı hedefler. Ekonomi, başka bir deyişle mala ve üretime dayalıdır. İster meta olsun ister hizmet, ürettiğinizi tanıtır, dağıtır, ticaretini yapar, tüketimini sağlarsınız. Burada üretim için harcanan emek, o üretimden elde edilen karlılık gibi faktörler devreye girer. Diğer yandan ekonomi sadece doğal kaynaklar etrafında da gelişebilir. Büyük bir sermayeniz, vardır, bunun işletimi ile ekonominizi yürütebilirsiniz veya madenler, topraklar gibi bir doğal sermayeniz üzerinden de belli bir ekonomi sağlayabilirsiniz; rant bu kısımda belirgin bir kavram olarak ortaya çıkar.
Tasarım ve yaratıcılık; ekonominin itici gücü
Ekonomi hakkında bir tasarım yazısında bu en basit bilgileri geçmek istememdeki sebep, tasarımın ve yaratıcılığın ekonominin itici gücü olması. Yaratıcı ekonomilerin önemi, üretim ve tüketim dengelerinin bugün tasarım dünyasındaki karşılıkları hep gündemimizde olan konular. Tasarım ve yaratıcı düşünce ekonomik gelişime katma değer sağlayan önemli faktörlerden biridir.
Tasarım mesleğinin salt bir form verme işinden uzaklaşıp, ekonominin temeline oturma sürecini 21.yüzyılın ilk on yılında Kolko ve Saiz (2001), Perryman, Richard Florida (2002), Markusen ve King (2003), Curridve Connolly (2008), Strom (2010) gibi akademisyenler ve düşünürler yazdılar. Milenyumun hemen öncesinde ısınan bu görüşler arasında belki de en öne çıkan, bu isimler arasından Ann Markusen olmuştur; 1985 tarihli bölgesel ekonomik kalkınma üzerine kaleme aldığı kitabında bahsettiği kar-döngüsü teorisi ve buradan hareketle yenilikçi ürünlerin önemine vurgu yapması, tasarımın ekonomik gelişim üzerine etkisi adına dönüm noktalarındandır.
Temeli 14 Ağustos 1934 yılında atılan SEKA Kağıt Fabrikası
AKP hükümetinin iktidarda kaldığı 17 yıllık süre içerisinde hammadde, sanayi, tarım ürünleri bakımından Cumhuriyet tarihinde olmadığı kadar dışa bağımlı hale geldik. 17 yıl önce harika bir ekonomimiz yoktu evet, ama üreten ve pek çoğu kar eden yüzlerce işletmemiz vardı. Özelleştirme politikalarının sonrasına denk gelen 2000'li yılların başında devlet olarak sahip olduğumuz 240 adet kamu işletmesinden geride kalan sadece 70 kadar işletme olduğu belirtiliyor çeşitli gazete haberlerinde.
AKP enerji, ulaşım, iletişim gibi temel alanlarda toplumu dış kaynaklara bağımlı hale getirirken, üretim yapan genç Türkiye Cumhuriyeti'ni de üretim ekonomisinden tamamen uzaklaştıracak sayısız hamleyi yaptı; yapmaya da devam ediyor. Genel olarak bu yönetimin yaklaşımı öz kaynakları, yapıları ve doğayı satarak yürütülen bir rant ekonomisi.
Satılarak kapatılan tesislere kısa bir göz atarsak, bugün fabrika kuran fabrikalar ve makine üreten pek çok tesisin yanında, kağıt üretimini, demir- çelik üretimini, deri ve kundura üretimini, cama, metale ve porselene dair üretimleri, çeşitli dokumacılık tesislerimizi nasıl da kaybettiğimizi görürüz. Bu sıraladıklarım tasarım mesleği ile doğrudan ilişkili olanlar. Diğer yandan tarihi yapıları sattığınızda veya örneğin içecek veya ulaşım endüstrisine balta vurduğunuzda yine tasarıma dayalı yaratıcı endüstrilere bir darbe indiriyorsunuz.
Yıllardır kapalı ve akıbeti de belirsiz olan Haydarpaşa Garı
İyi bir ekonomi yürütebilmek için mutlaka mal üretimine dayalı bir sisteme sahip olmak zorunda değilsiniz elbette. Fikir ürünlerine ve hizmete dayalı bir üretim yapar ve bunun dağıtımı, ticareti ile de karlılık sağlayabilirsiniz.
AKP yönetimi ile birlikte geçirdiğimiz 17 yıllık geçmişimizde, ekonomik kalkınmanın temeline oturtulan inşaat ve yapı endüstrisi, hizmet üretiminde bir miktar gelişme sağlamış gibi görünse de bu görece artış, gerçek anlamda bir ekonomik kalkınma sağlayamadı. Neden? Çünkü hizmete dayalı üretiminizi büyütmek ve geliştirmek isterseniz, bu pastanın büyük bir kısmını yine yaratıcı ekonomilerin oluşturduğunu göz ardı edemezsiniz. Tasarım günümüzde somut varlıklardan organizasyonların yönetimine, iş süreçlerine, servis ağlarına, dijital platformlara sıçramış ve bu alanlarda katma değer sağlayan bir alan. Bunun önemini fark etmezseniz en büyük, en iyi, en bilmem ne olarak hedeflediğiniz her şeyin aslında en tersi olduğunu çok geçmeden görürsünüz. Bugün içinde bulunduğumuz durum tam da böyle.
Türkiye'nin ihracatçısı bu faktörün önemini en iyi bilen topluluğu oluşturuyor. Gerek tekstil alanında gerekse diğer birlikler arasında tasarıma, yaratıcılığa yatırım yapan, yarışmalar, yurt dışı fuar katılımları ve sergiler geliştiren, teşvik programları için devlete baskı yapan, onlar. İhracatçılar, yurt dışında üretimlerini satabilmenin yolunun tasarım ile farklılaşmak, üretim kalitesi ile öne çıkmak olduğunu acı ve tatlı tecrübelerle on yıllardır biliyor. Tasarımdan ve inovasyondan vazgeçtiği dakikada satış başarısının olmadığını, karlılığının azaldığını hemen gözlemleyebiliyor.
Bir şey ancak sürdürülebilir ise gelişimden göz edilebilir
İnşaata dayalı ekonomi modelinde ortaya çıkan taleple birlikte mimarlık, iç mimarlık gibi alanlarında görece büyüme ve gelişim gözlemlendiyse de bu da yanıltıcı olmasın. Bir şey ancak sürdürülebilir ise gelişimden göz edilebilir. Sürdürülebilir olmayan her şey ise bir balondan ibaret. Gittikçe artan bu talep, yukarıda bahsettiğim en ucuza, en hızlı, en idare eden çözümler peşinde koşarken yaratıcı alanların özgün fikirler üretmesine ne imkan, ne zaman tanıdı, ne de bunun karşılığını vermeye razı oldu. Kentsel tasarım, mimarlık, ürün tasarımı gibi alanlarda yüksek öğrenim gören herkes lig dışında kaldı. Daha ucuz ve söz geçirilebilir iş gücü olduğu için ara elemanlara olan ilgi arttı. Çok geçmeden bu tür hizmetlerin tümü sermayeyi yönetenlerin kendi içlerinde çözmeyi tercih ettikleri bir yapıya büründü.
Son 17 yılda yürütülen inşaata dayalı ekonominin en somut çıktılarından biri olan İstanbul Finans Merkezi, ilk tanıtıldığı gibi finans merkezi özelliğini yitirse de hala inşa ediliyor
Tasarım herkesin yapabildiğini sandığı bir iş, ne yazık ki onların yaptım sandıklarını aslında hiç yapamadıklarını sadece eğitimliler anlayabiliyor. Büyük bir acı.
Tasarımlarını müteahhitlerin bizzat kendilerinin, çocuklarının, akrabalarının yaptığı bir fiziki çevreyi görmek için kafamızı her hangi bir yere çevirmemiz yeterli. Bu ülkede belediye başkanlarının park tasarımına, Cumhurbaşkanı'nın uçak tasarımına olan ilgisini en çok bu dönemde gördük. 2014 yılında alınan Airbus 330-200 tipi uçağın tasarımı ile ilgili soruya, Erdoğan "Değişik dizayn ve öneriler getirdiler, ancak tasarımı ben yaptım" deyivermişti. Düşünün ben dizayn kelimesinin kullanımının bile kaldırılmasından bahsederken, Cumhurbaşkanı uçak, Seda Sayan çaydanlık tasarladı bu ülkede.
2006 yılında, halka tasarım fikrini soruyoruz diye sora sora renk seçimi yaptırılmış, takip eden yıllarda ise endüstriyel tasarımcıların değil mühendislerin tasarladığı yeni şehir hatları vapurları sorgusuz sualsiz kullanıma sokulmuştu. Bu arada tasarım süreçlerinden, ilgili metodolojilerden bihaber olan ve bu konuda asla uzmanlardan akıl almayı öngörmeyen yerel yönetimler, bu halka sorma meselesini de zaten bilmediklerinden bugüne dek yönetemedi; bugünden sonra da yönetemez de.
Son 17 yılda elimizde satılmadık bina, toprak parçası, katledilmemiş doğa köşesi kalmadı.
Turizm tesisi yapılacak diye göllerin etrafı niteliksiz yapılarla dolduruldu. Doğaya verdiği geri dönüşsüz zararların yanında tasarımı ile son derece vasat, üretimi ile oldukça ucuz ve kalitesiz, pek çok bakımdan işlevsiz hali ile bir skandal olan havalimanı topluma en büyük havalimanı olarak tanıtıldı. Bu gözler, piknik alanı diye askeri nizamda kutu kutu çizilmiş projeler, gereksiz yol kenarı peyzaj düzenlemeleri, niteliksiz heykeller, kopya camiler gördü bu yönetim boyunca.
Bir ilk olarak tanıtılan Karaarslan piknik bahçesi, gerçekten de alanında bir ilk!
Sözde Saray hakkında hiç yazmak istemiyorum çünkü zaten mimari yayınlarda olabildiğince detaylı biçimde eleştirildi bu ölçeği de estetik tarzı da kaçmış yapı hakkında, bana ne gerek. Ortasına ulaşılamayan devasa bir daire masa veya düz duvarlara asılmış gösterişli perdeler, sadece alay konusu oluyor eğitimini almamış kişilerce tasarlandığında. Herkes ben yaptım oldu sanıyor ama olmadı, olmuyor; zira bu meslekler en az 4 yıllık bir yüksek öğrenim gerektiriyor.
Özetle tasarımın hiçbir öğesinden zerre kadar anlamayan, anlamayı da dert edinmeyen bir siyasi erk, fiziki çevremizi basma kalıp ve üretim kalitesi düşük yapılarla donatılı bir hale getirdi; bizleri çevreye ve güvenlik unsurlarına duyarsız ulaşım araçlarına, akan kokan metro tünellerine, her bakımdan iletişimsiz bir kente mahkum etti. Tarihi yapıları yok ederek, kendi kapasitesi ile düzenleyerek kültürel bağlarımızı kopardı. Ormanlarımızı katletti. Şimdi de Marmara denizini ve tüm doğal dengelerimizi yok edecek bir proje ile yeni bir rant peşinde.
Kanal İstanbul hakkında hiçbir şeffaflığa sahip değiliz
Bizim vergilerimizle, bize hizmet etmek üzere yönetim koltuğuna oturmuşların had bilmeyerek bizim hayatımız hakkında, bize dayattığı bir proje olan Kanal İstanbul hakkında hiçbir şeffaflığa sahip değiliz. Bugüne dek yazılan ve duyulan konuların yanında bu kanalın yapısal tasarımı, söz konusu köprülerin tasarımı, ulaşım planları, olası bir deprem anında yaşanabilecekler ve projelendirilmiş önlemler, kıyı şeridinin olup olmayacağı, kanal boyunca satışı gerçekleşmiş parsellere kimin nasıl projeler konduracağı, yani İstanbul'u geri dönülmez biçimde değiştirecek bu büyük fikrin arkasındaki olması gereken çalışmaları hiç mi hiç bilmiyoruz. Bileceğimizi de sanmayın.
Böyle bir gündemin ortasında sürekli olarak duyduğumuz bir kavram var: 'yerli ve milli'. AKP tarafından gündemimize taşınan 'yerli ve milli' söylemine artık aşina olmayanımız yok gibi. Takip edebildiğim kadarı ile birkaç yıl öncesine kadar bu terimi bunca sık duymuyorduk. Özellikle son 2 - 3 yılda ise nerede ise her gün duyar olduk. Neden diye düşündünüz mü?
Bunun sebebi, yukarıda tasarım bakımından değindiğim ancak toplumsal bakımdan da çok önemli olan sorunların, ve elbette başarısız projelerin sonucunda ortaya çıkan ekonomik çöküşün algısını yönetme çabasından başkası değil.
'Yerli ve milli' kavramı, iyi yönetilemeyen ekonominin karşılaştığı sorunlara ve eleştiri okları ile yapılan baskılara karşı oluşturulmuş stratejik bir algı çalışmasından başkası değil.
Eski Mısırlılardan 18. yüzyılın sonlarına kadar, dünyada yaygın olan reklam ve pazarlama eğilimleri naif bir biçimde bir ekonomik değerin en uygun ve doğru biçimde tanıtımını, iyi ve avantajlı yönlerini ortaya koymayı hedefliyordu. 19. yüzyıla gelindiğinde kapitalist ekonomik model, reklamların abartılması bir yana, zamanla manipülasyona dayalı bir reklam anlayışını yarattı. Aslında bu kadar süslü kelimelerle ifade etmeye gerek yok. Reklamcılık özellikle 60'lı yıllardan sonra insanları olmayan bir duruma inandırmak üzere kıvrak zekalı hileler ve gerçekliği tartışılır konular üzerine inşa edildi.
Özgürleşeceğine inanan kadınlarla, kendini kovboy kadar çevik, güçlü, havalı sanan erkekler sigara içmeye başladı; güzelleşeceğine inanan kadınlar kozmetiklere, sınıf atlayacağını sanan kitleler modaya, daha iyi bir eş olmak isteyenler ev aletlerine, deterjanlara sarıldı.
İnsanları gerçek olmayanları gerçek gibi göstererek yönlendirmek bu kadar kolay ise, siyasetçiler neden risk alsınlar ki?
Siyaset de bu dönemden itibaren reklam ve pazarlama üzerine inşa edildi kaçınılmaz olarak. İnsanları gerçek olmayanları gerçek gibi göstererek yönlendirmek bu kadar kolay ise, siyasetçiler neden risk alsınlar ki? İyi bir algı yönetimi, pek çok konuda kitleleri peşlerinden koşturmaya yeter de artar. Belirli alanlarda insanları uzmanlaştıran ve genel anlamda bilgiye ulaşma, bilgiyi değerlendirme ve muhakeme yeteneği kazandıran yüksek öğrenim şansına bu ülkede ulaşabilmiş olanların oranı TÜİK açıklamasına göre sadece yüzde 15.27. Böylesi bir toplumda, algı yönetimi yapmak çok daha kolay olmalı; insanlar ne kadar az bilirlerse o kadar çok inanıyorlar çünkü.
2013 yapımı American Hustle, ABD'de siyasilerin Hollywood vari manevralarını gözler önüne seren iyi bir film
Bu yazımda geçtiğimiz hafta ortaya çıktığı andan itibaren gündemde olan 'yerli ve milli' otomobil hakkında yazmayı planlamıştım. Diğer yandan asıl konunun bu otomobilin Pininfarina'nın önceki tasarımlarından biri olup olmaması, nasıl bir bütçeye temin edildiği, web sitesinde belirtildiği gibi laleden esinlenmiş olup olmamasının ne anlama gelebileceği veya gelemeyeceği, yine sözü edildiği gibi modüler mimariye sahip olup olmadığı gibi konu başlıkları olmadığını fark ettim.
Asıl konu, millet kelimesinin milletle ilgili, millete özgü, ulusal anlamlarını taşıması. Yerli kelimesinin de ister fikri olarak isterse üretim olarak malzeme olarak olsun yurt içinde yapılan veya bir yurdun kendine özgü niteliklerini taşıyan anlamına gelmesi.
Asıl konu değindiğim pek çok örnekteki tasarıma ve yaratıcılığa dayalı başarısızlıkların yanında, yerli ve milli olanın tasarım tescilini bir firmadan parayı bastırıp satın almış olmamız ve bunun makyajlanarak sunulması marifetiyle insanlar üzerinde belirli bir algı yaratılabilmiş olması. Öyle ya birkaç ay önce de ilk uçan otomobili tanıttık toplumumuza.
Nasılsa her şey para ile satın alınabilir...
AKP'ye ve bu yönetimin sempatizanlarına göre biz uçan otomobil, elektrikli otomobil, uçak, robot üreten oldukça gelişmiş bir toplumuz. Başta Avrupa'daki toplam otomobil üretiminin üçte birine ev sahipliği yapan, 2017 rakamlarına göre otomobil endüstrisindeki AR-GE çalışmalarına toplam AR-GE faaliyetlerinin yüzde 37'sine denk gelen bir miktar olarak 25,7 milyar Euro harcamış olan Almanya olmak üzere bütün dünya bizi bu becerilerimiz ile kıskanıyor.
Yediğimiz eti, bakliyatı ithal ediyor olmamız, üstelik bu ithalatların sağlık denetimlerini bile yönetecek sistem tasarımlarına sahip olup olmamamız önemli değil.
Pıtırcık gibi açılan yüzlerce üniversiteden aldıkları pek niteliksiz eğitimin ardından asgari ücrete iş bulduklarında sevinen pırıl pırıl gençlerin veya iş bulamadıkları için başka alanlarda çalışmak durumunda kalan yeteneklerimizin olması da önemli değil.
Bu yeteneklerin bu ülkenin vapurunu da otomobilini de, parkını da, binasını da herkesten daha iyi tasarlayabilecek olması ise hiç ama hiç dertlendiğimiz bir konu değil.
Bütün bunlar sadece siyasi yönetimin değil; iş adamının, sermaye sahibinin de önemsediği konular değil. Nasılsa her şey para ile satın alınabilir; yerli ve milli kavramının içini dahi parasını bastırıp doldurabilirsiniz sonuçta; yiyenler oldukça.
Üç beş sanayici, girişimci bir araya gelir yarın Türkiye'nin ilk uzay aracını da üretir; haberlerde Mars‘ta koloni kurduğumuzu okursanız şaşırmayın, gerekirse parayı bastırır Elon Musk'tan onu da alırız. Şimdi tasarımla, üretimle kim uğraşacak; adam yapmış, ülkenin çocuklarını bir yüzyıl daha borç yükü altına sokar onu da alır, kendimize mal ederiz icabında.
Post truth / gerçek ötesi çağın gereği ekonomi battıkça, onu batmıyormuş gibi göstermek, fabrikalarımız kapandıkça üretebilen bir ülkeymişiz hissini vermektir.
Ucuzlaştıkça altın tozuna bulanır, vasatlaştıkça daha şaşalı görünmek ister insan.
Ne gerekiyorsa yapılır; endişelenmeyin.