"Büyük tarihinin yanında yaşayan yoksulluğu, dış etkilere o kadar açık olmasına karşın içine dönük mahalle ve cemaat hayatını bir sır gibi sürdürüyor oluşu, dışa dönük anıtsal ve doğal güzelliğinin arkasında günlük hayatının kırık dökük, kırılgan ilişkilerden kurulması mıdır İstanbul’un sırrı? Ama, bir şehrin genel nitelikleri, ruhu ya da özüne ilişkin her söz kendi hayatımız hakkında, daha çok da kendi ruhsal durumumuz hakkında dolaylı olarak konuşmaya dönüşür. Şehrin bizim kendimizden başka merkezi yoktur" diyor Nobel ödüllü yazarımız Orhan Pamuk İstanbul isimli hatıralar kitabında; en kendimi bulduğum satırlar arasındadır yazdığı pek çok eserdeki gibi.
İstanbul’un sırrının ne olduğunu nerede ise ben de her gün düşünürüm, içinde kavga kıyamet yok olduğumda veya uzaklarda olup bu şehri özlediğimde sıklıkla. Bu kadar hor kullanılmaya, bin yılların yorgunluğuna, insanlarının kıymet bilmezliğine rağmen nasıl olur da hâlâ böylesine büyüleyici, çekici olabildiğine şaşar dururum.
Yıkımların ve yeniden yapımların, daimi bir değişimin laboratuvarıdır İstanbul. El değmemişliğin olduğu kadar üstünde tepinilmişliğin drama sahnesidir. Tefrika edilen hikâyelerinin hiçbiri diğerini tutmaz olan bir tuhaf kenttir: büyük, hızlı ve devingen.
Kolombiya Üniversitesi’nde sosyoloji profesörü olan Saskia Sassen‘in kentler için getirdiği tanımda olduğu gibi karmaşık ve tamamlanmamış bir yer burası. İstanbul, Sassen’in 1991 yılında yayımlanan "Küresel Şehir: New York, Londra, Tokyo" isimli kitabındaki kavramların ve vakaların 30 yıl gecikmeli olarak gün ışığına çıktığı bir kent bugün. Sosyoloğun yaşamını adadığı çalışmaların özünde ekonomik sistemlerin karmaşıklığı var ve kent bu ağların buluştuğu, kendini gösterdiği, varlığını sürdürebildiği en önemli araçlardan biri; siyasi, kültürel, ekonomik ve toplumsal gücün merkezi.
Kendi tarihinin her döneminde bu gücünü korumuş olan İstanbul; 15 yılı aşkın bir süredir Türkiye’deki siyasi sahnenin en gözde oyuncusu konumunda. İyi bir gelir kapısı, gösterişli projelerin santrası. Sassen’in de yayınlarında ve konuşmalarında sıkça belirttiği gibi ekonomik ve siyasi güç kendini kentte aşırı yapılaşma, bölgeleşme, seçkinleşme olarak gösterirken İstanbullu bu süreçte İstanbul’unu kaybetti.
Parkları, kültür yapıları, kendine has sokakları ve beraberinde anıları, ortak hafızası gün ve gün yıkılırken değişim öyle mesnetsiz oldu ki, ortaya çıkan yeniyi de kimse benimseyemedi. Kısa bir süre önce değişen yerel yönetime yüklenen umutçuluk vazifesi tüm bu yıkımların yeniden onarımının beklentisiyle vücut buluyor.
"İstanbul senin"
Siyasetin sesinin toplumdan oldukça gür olduğu bir ortamda sınırları zorlayarak Büyükşehir’in başına geçen Ekrem İmamoğlu, İstanbul’a dair sunduğu seçim vaadlerinden biri olan İstanbul Planlama ajansının lansman toplantısındaki konuşmasında "İstanbul senin" derken; aslında tam da bu yitirilmişliğe, kırılmışlığa, boşvermişliğe dokunuyor işte.
Söz konusu toplantının yapılacağı, Bimtaş’ın sosyal medyasından tam bir hafta önce paylaşıldı ve takdir edersiniz ki, çoğunluğu mimarlar, tasarımcılar ve şehir plancılarla, ilgili alanlardaki akademisyenlerden oluşan profil sayfalarımda bir anda bir coşku patlak verdi. Bu coşku iki uçta kendini gösteriyordu. Birincisi, içinde bulunduğumuz ve pek çok noktada çözümsüz kalındığı hissedilen bir ortamda, ömrünün sonlarına gelmiş hükümeti açıkça düelloya davet etmiş olan İmamoğlu’nun, İstanbul’a dair sözlerini yerine getirme konusunda yerinde ve büyük bir adım atmış olmasıydı. Diğeri ise bu lansman toplantısı kapsamında yapılacak panelin başlığı ve konuklarıydı:
Yerel Demokrasi İçin Yeni Bir Başlangıç, moderatör: Prof. Dr. İlhan Tekeli, konuşmacılar: Prof. Dr. Saskia Sassen ve eşi Prof. Dr. Richard Sennett olarak duyurulmuştu.
Kentleşme, kent yaşamı, mimarlık, tasarım alanlarında eğitim almış bir kişi yoktur ki Sassen’in veya Sennet’in on yıllardır yazdıklarından bir paragraf olsun okumuş, araştırmalarında, çalışmalarında kullanmış olmasın. Çağımızın bu önemli sosyolog çifti, düşünceleri ile kapitalizm, kent ve birey ilişkisi, kentleşme, küreselleşme, kültür, yaratıcı sektörler gibi pek çok alanda belirleyici ve tanım koyucu olmuşlardır. Böylesine fenomenleşmiş iki ismin, Türkiye’de benzer konulara kafa yoran öncü isimlerden biri olan Tekeli ile yan yana gelerek, yerel demokrasi üzerine tartışacak olması, kaybedilenlerden sonra pek çok kimseye rüya gibi göründü.
Toplantı için belirtilen gün geldiğinde, daha erken bir saatte Saskia Sassen ile bire bir sohbetimi tamamlamış, bu harika ve akıllı kadın ile baş başa bir saat kadar zaman geçirip sohbet edebilmiş olmanın mutluluğu ile oldukça akıllıca bir saatte salonda yerimi almıştım. Bu toplantı, kayıt yaptıran herkesin katılımına açık olarak duyurulmuştu. Oldukça büyük olan salonda konumlanmış 500 kadar sandalye yetmeyince yenileri eklense de ayakta kalanlar oldu; tahminimce 1000 kişi kadar ile birlikte, salonda çalan Amy Winehouse, U2 gibi sanatçıların müzikleri eşliğinde beklediğimiz belirli bir sürenin sonunda toplantı önce İmamoğlu’nun konuşması ile başladı.
İlgili haberlerde detaylarını okuyabileceğiniz ve hatta izleyebileceğiniz bu konuşmada benim ilgimi çeken en önemli şey, Ekrem Bey’in kurulan komisyonları tek tek anlatması ve bir belediye başkanı olarak bu komisyonlara gönül rahatlığı ile teslim olacağını beyan etmesi oldu. Bir işi ve insiyatifi, alanında uzman olan akademisyenlere ve profesyonellere bırakabilme vasfı siyasetimizde rastlanılan bir durum değil; bu nedenle bu yaklaşımı anlatılan pek çok şeyden daha değerli buldum.
İmamoğlu özetle yapılacakların, bugüne dek duyageldiğimiz çeşitli rant projeleri gibi kısa vadeli, göz boyacıyı çalışmalar olmayacağını, aksine uzun vadeli ve çok yönlü stratejiler olacağının altını çizdi. Bu kapsamda, belediye içerisinde farklı platformlar kurulmuş: Bundan böyle turizm, kültür ve sanat, inanç ve değerler, deprem, ulaşım gibi ana başlıklar olmak üzere özelleşmiş konularda kent içindeki paydaşları bir araya getirerek sorunlara çözümler üretecek bu komisyonlar.
Lansmanı yapılan İPA, İstanbul Planlama Ajansı’nın altında çalışan birimler ise şunlar olarak tanıtıldı: Vizyon 2050 Ofisi, Enstitü İstanbul, İstanbul İstatistik Ofisi ve Kamusal Tasarım Ofisi. Henüz detaylı bilgi yer almıyor ancak ipa.ibb.istanbul adresinden önümüzdeki dönemde detayları, çalışma alanlarını ve etkinliklerini sanıyorum görebileceğiz.
İmamoğlu’nun konuşmasında değindiği bir diğer konu İstanbul’un meydanlarının yeniden ele alınacağı ve düzenleneceği idi. Kentsel tasarımda günlük yaşantının vaz geçilmez bir öğesi olan meydanlar, günümüzde toplumsal başkaldırının da simgesi aynı zamanda. Dünya literatüründe, Mısır’daki Tahrir meydanı nasıl Arap Baharı ile özdeşleşti ise, İstanbul’daki Gezi protestoları da Türkiye’nin siyasi tarihinde her dönemde önemli yer kaplamış olan Taksim Meydanı ile özdeşleşmiş durumda.
Avrupalı kentler için meydan, siyasi olmaktan çok sosyal bir alan. Çiçeklerin, şarküteri veya taze sebzelerin yerel üreticilerden alınabildiği küçük kent meydanları, hafta sonları bit pazarlarının kurulduğu bir kültürel buluşma alanına dönüşür bu kentlerde. Müzisyenler, pantomim sanatçıları, ressamlar ile küçük kafeler, her hangi bir Avrupa kentinde rastlayabileceğimiz meydanların baş aktörleridir. Antik veya çağdaş heykeller, çeşmeler veya havuzlar, sanatsal bir yaklaşımla tasarlanmış zemin kaplamaları, özgün tasarımlı kent mobilyaları ile bu alanlar, aklımızda hep huzuru, mutluluğu anımsatan izler bırakır. Turistik kentlerde meydanlar çekim merkezi olduklarından kalabalıktır; ancak yine de örneğin Roma veya Venedik gibi meydanları aşırı kalabalık kentlerde bile, daha derinlerde, kimselerin pek uğramadığı nerede ise bir iç avlu kadar küçük meydancıklar keşfetmek her zaman olasıdır. Buralarda mutlaka bir araya gelmiş birkaç komşu, dinlenen yaşlı bir teyze, küçük bir kahveci veya restoran ya da bir mahalle bakkalı bulursunuz. Meydanlar kentin nefes alınan, bağ kurulan yerleridir.
Meydanların yeniden düzenleneceği müjdesi
İstanbul ölçeğinde ve yapısal gerçekliğinde bu naif meydan hayalinin izini ne kadar sürebiliriz bilemem ancak İPA lansmanında Ekrem Bey öncelikli olarak Taksim ve Bakırköy meydanları olmak üzere, Kadıköy meydanının ve Üsküdar, Salacak, Harem kıyı bandının yeniden düzenleneceğinin müjdesini verdi. Üstelik bu düzenlemeler yarışma ile yapılacakmış; işte haberin asıl güzel yanı bu bana göre. Hazin sonu ile toplumda büyük izler bırakmış AKM ile betona sıvanmış, boş ve çıplak hali ile insanları üzüntüye boğan, bir bakıma siyasi erk karşısındaki çaresizliğimizin, olan bitenin çirkinliğinin somut bir görünümü olan Taksim kelimesini söylediğinde salondaki kalabalıktan kuvvetli bir alkış koptuğunu da not etmeden geçmeyeceğim!
Panel kısmına geçtiğimizde, sözlerine tekil çalışmaların etkisiz olduğunu ve mevcut yönetime muhalif partilerden seçilmiş olan 11 belediyenin çalışmalarını bir arada yaparak bir yönetim sistemi oluşturmaları gerektiğini söyleyerek başlayan Tekeli, kamusal alanların yönetişim stratejisinin oluşturulması gerektiğine değindi. Tekeli’ye göre toplumun siyasi duruşunun ve karar verme yetisinin yaşamın içine entegre olması önemli bir gelişim ve bu ajanstan asıl beklenen de buna yönelik bir çaba.
Kent, tasarlanmadan kendi haline bırakıldığında güç sahipleri hızla onu kendi avantajları doğrultusunda şekillendiriyor ve bu durumda bırakın meydanlar, parklar, kamusal alanlar gibi insanlar üzerinde pozitif duygular yaratabilecek ortamların kalmasını; doğru dürüst yürünecek yaya yolları bile olmayan bir dev kaos ortaya çıkıyor. Yapısal çevre ağaçları, hayvanları, insanları umursamadığında kent yaşamsız hale geliyor. Oysa günlük yaşamı bir deneyim haline getirebilmek kentlerin en öncelikli hedefi olmalı.
"Açık şehir açık bir sistemden türeyen bir yapı ve demokrasi ile eş anlamlı"
1977’de yayınlanan "Kamusal İnsanın Çöküşü, 1994 basımı "Ten ve Taş’, 2008 tarihli " Zanaatkar" isimli kült eserleri ile birey, toplum ve yapısal çevre arasındaki ilişkilere derinlik kazandıran Sennett, sözü aldığında 2018’de yayınlanan son kitabı "Yapılaşmak, Kent için Etik / Building and Dwelling; Ethics for the City" içerisinde sözünü ettiği kavramlara kısaca değindi. Bu kitapta, açık şehir ve kapalı şehir düşüncesi yer alıyor. Sennett’ın konuşmasında sözünü ettiği üzere, açık şehir açık bir sistemden türeyen bir yapı ve demokrasi ile eş anlamlı. Geçtiğimiz on yıllar boyunca sadece yerel yönetimlerin değil; akademisyen olan meslektaşlarının da içinde bulunduğu bir kalabalığın savunduğu kapalı kent yönetimini fazlaca snob bir tavır olarak olarak nitelendiren sosyoloğa göre, kentlerin tasarlanması için çağdaş olan etik yaklaşım, bunların masa başında planlanmasından çok, sokakta yapılan gözlemlerin, bilgilerin işlendiği kentsel bir düşünme biçimi olabilir ancak.
Son sözün sahibi Saskia Sassen ile etkinlikten hemen önce yaptığımız keyifli sohbetimiz İstanbul’a ilk geldiğinde karşılaştığı yeni havalimanı hakkındaki görüşleri ile başladı. Sassen’e göre bu tür yapıların yapıldıkları zamanda bu kadar boş ve büyük olmasının yarattığı genel ve olumsuz kanıları bir yana bırakıp duruma olumlu yanından bakmalıyız. Örneğin kendisi yürümekten ne kadar keyif aldığından ve bu bomboş yapıda yürümenin kendisine iyi geldiğinden söz etti. Bugün kapasitesinin çok üstünde bir yapı gibi görünmesine karşın, on yıl gibi bir sürede artan trafik ile binanın kapasitesini karşılayan bir yapı olmasını önemsediğini özellikle belirtti. Tabii sohbetimizin yönünü bu noktada değiştirdim çünkü takdir edersiniz ki sadece havalimanı üzerinde konuşmamız söz konusu olabilirdi. Üstelik şunu da belirteyim, size bu satırları Ankara uçağımı beklerken yazıyorum; ve biniş kapımdaki masaya oturuncaya dek tam 32 dakikalık bir yürüyüş yaptım; Telefonum 2600 adım olarak kaydetmiş. Bir yolcu olarak Sassen kadar iyimser değilim bu konuda!
Erdoğan yönetiminin kent üzerindeki etkisi, Kanal İstanbul, göçmenler ve Arap turistler gibi güncel İstanbul konularını üzerinden hızlıca geçtiğimiz bu konuşmanın ilk kısmında, soruları soran Sassen, cevapları veren ise ben oldum daha çok.
Sassen’a göre mimarlık, kentlerdeki görünen veya günümüzde artık pek de belirli olmayan bir hâl almış olan ekonomik gücün yansıması adına kullanılan ortalama bir araç. Artık malzemeler, üretim teknikleri konularında pek çok evrensel bilgiye sahibiz ve mimarlığın kentsel gelişimde belirleyici bir rolü var. Değişen ihtiyaçlar karşısında, mimarlık mesleğinin çok daha inovatif düşünmesi gerektiğinin altını çiziyor; çünkü başta iklim koşulları olmak üzere her şey değişiyor. Örneğin biliyoruz ki, sular gittikçe yükseliyor. Bu çerçevede su baskınlarına yönelik olarak tasarlanmış konut mimarisi üzerine uzun uzun konuşuyoruz Sassen ile. Konuşmamızın bu kısmı kuşkusuz burada daha önce yazdığım Su’dan Dünya isimli yazıyı hatırlatıyor.
"Mimarlık artık mimarlık olmanın ötesinde bir konuma ulaştı"
Eski ve tembel bir yapısal mimari bilginin yerine, yenilikçi ve değişen ihtiyaçlara çözüm sunan bir mimari yaklaşımın geçerli olduğunu söylüyor Sassen. Yeni malzemeler ve mevcut malzemelerin yeni kullanımları neler olabilir, örneğin ahşap ile bildiğimiz dışında nasıl bir yapılaşma sağlanabilir biraz bu konularda kafa yormak gerektiğini belirtiyor.
Mimarlık artık mimarlık olmanın ötesinde bir konuma ulaştı, diyor. Mimarlık stüdyoları mühendislerle çalışmayı teknolojik gelişmelerle paralel olarak öğrendiler; mega yapılar bu gereksinimi zorunlu kıldı; diğer yandan günümüzün toplumsal eğilimleri veya Greta etkisi ismi verilen, iklim sorunlarına yönelik olarak mimari tasarımlarını şekillendirmek üzere nasıl bir vizyona sahipler bu profesyoneller?
Sassen’e göre yapılaşmayı nihayetinde öğrendik; çünkü doğaya ve çevremize saygılı olmamız gerektiğini, insan odaklı olmanın kaçınılmaz olduğunu acı deneyimlerle idrak ettik. Artık bunu nasıl uyguladığımız önemli.
Sassen’i en çok kaygılandıran konulardan biri, sorumsuzca üretiyor olmamız
Geleceği tanımlayan bir kavram olup olmadığını soruyorum. Bu sorumu, adaptasyon becerimizin en önemli faktörlerden biri olduğunu söyleyerek yanıtlıyor; ben de bunun üzerine öneriyorum: yeni çağı "uyum çağı" olarak nitelendirebiliriz belki?
Sassen’i en çok kaygılandıran konulardan biri, sorumsuzca üretiyor olmamız. Binaların yanı sıra otomobiller, eşyalar üretiyoruz. Bu üretime hâlâ yeterince karşı çıkamadığımızı konuşuyoruz. Kolektif bir farkındalık gerektiğini, bundan bahsettiğinde ise çoğunlukla ütopik olarak algılandığını söylüyor.
Son sorumu, İstanbul’da oldukça yoğun bir biçimde hissiden göçmen nüfusu hakkında soruyorum. Türkiye’nin bu iyiliğini bedelini çok ağır ödeyeceğinin ve bunun kaçınılmaz olduğunu söylüyor. O’na göre yapılması gereken sistemler içerisindeki yararlı hareketlerin ve başarısız deneyimlerin yeniden baştan ele alınarak bunların dağılımının daha iyi bir biçimde sağlanması.
Bu bana göre pek de kısa gelen sohbetten çıkarımım, İstanbul’un sorunlarının günlük çözümler, sıkıştırılmış takvimler ve kısıtlı bütçelerle çözülemeyeceği. Dünyanın bir eşikler döneminde olduğu. Teknolojik, sistemsel ve bilgisel olarak sınırlardayız ve bu sınırın ötesi algılarımızı, üretme ve yapılaşma biçimlerimizi çok farklı yönlerde değiştiriyor.
Bunca önemli bir tespitin ışığında lansmanı yapılan IPA, umarım siyasi alışkanlıkların beraberinde getirdiği bürokrasi, sınıfçılık, popülizm gibi kavramlara yenik düşmeden, iddia ettiği gibi demokratik bir yerel yönetim için sürdürülebilir bir zemin oluştursun. Söz konusu ister yapısal ister düşünsel tasarım olduğunda, kaliteli ve acele etmeden iyi iş ve hizmet üretmek öncelikli hale geliyor.
Başlamak işin yarısıdır derler, evet sevinelim ki başlandı.
Diğer yandan bu şehrin her yanı eksik kalmış, ihmal edilmiş, üstünkörü hikâyelerle dolu. Toplum olarak bana göre en çok sürdürülebilirlikte sınıfta kalıyoruz.
İnsan sadece " bekle ve gör" diyebiliyor.