İstanbul'da yeni sanat sezonu pandeminin ardından heyecanla açılmışken, ben bu yazıda beklenilenin aksine odağımı İstanbul'a değil, neredeyse tüm yaz mevsimini geçirdiğim Berlin'e ve Berlin Bienali'ne çeviriyorum. Meteorolojinin yüksek sıcaklık alarmları, aslında bitmeyen ama bitmiş gibi yaptığımız pandeminin gölgesi, sıcaktan kuruyup kokusunu tüm kente yayan ıhlamurların rayihasıyla hipnotize olmuş gibi dolanan yoğun turist kalabalığı ve her zamanki gibi zengin sanat gündemiyle dolu bir Berlin yazının başat noktası, tabii ki küratörlüğü bu kez bir sanatçıya, Kader Attia'ya teslim edilen bienaliydi.
11 Haziran - 18 Eylül tarihleri arasında gerçekleşen ve bu yıl 12. kez düzenlenen Berlin Bienal'nin küratörlüğünü sanatçı ve aktivist Kader Attia'nın üstlendiği duyurulduğunda, Attia'nın davetiyle bir araya gelen sanatsal ekip de belirlenmişti. Sanatsal ekip, şu isimlerden oluşuyordu: Ana Teixeira Pinto, Đỗ Tường Linh, Marie Helene Pereira, Noam Segal ve Rasha Salti. Teması "Still Present!" olan bienalin Attia tarafından kaleme alınan küratoryal metni, odağına dekolonyalizmi aldığını gösteriyordu. Attia'nın kendi sanat ve yazı pratiğinde ağırlıkla üzerinde durduğu bir başka kavram olan "tamir" de bu noktada devreye giriyor ve zamanı geriye çeviremesek de, "Batı'nın kolonyal ve emperyalist tarihine dair bir tür 'tamir'den söz etmek mümkün olabilir mi?" sorusuyla bienal ve ona eşlik eden panel, gösterim ve atölye gibi yan etkinlikler aracılığıyla diyaloglar açmayı hedefliyordu.
The School of Mutants, yerleştirme görüntüsü, 12. Berlin Bienali, Akademie der Künste, Pariser Platz, Fotoğraf: dotgain.info
Berlin Bienali'nin KW, Akademie der Künste gibi başat mekanlarına bu kez yenileri de eklenmişti. Tam olarak saymak gerekirse, bu yıl kentin tamamına yayılan sergi mekanları şöyleydi: Akademie der Künste (Hanseatenweg, Tiergarten), Akademie der Künste (Pariser Platz), Dekoloniale Memory Culture in the City, KW Institute for Contemporary Art, Stasi Headquarters, Campus for Democracy (Lichtenberg) ve Hamburger Bahnhof - Museum für Gegenwart.
Bienal ekibi, Batı'nın kolonyalist ve emperyalist tarihiyle -bir nevi- hesaplaşmasını gerçekleştirmek, dekolonyalizme dair sorular üretmek üzere yola çıkmış. Bienalin, yan etkinlikleri ve izleyiciyi süreçlere dahil eden çok katmanlı yapısıyla, Berlin'in bitimsiz devinimine uygun bir yapı kurmayı başardığı da söylenebilir. Ne var ki, şimdiye dek farklı yıllarda da deneyimleme şansını bulduğum Berlin Bienali'nin bu edisyonu, kamuoyunda en çok ses getirmiş ve izleyici sayısıyla önceki yılları geçip bir rekor elde etmiş olsa da; benim nezdimde, iyi niyetli bir çaba ve iz bırakan işler barındırmasına rağmen kimi zaman didaktik ve arşiv odaklı yaklaşımıyla, sorduğu soruların yanıtlarını yine kendi vermeye çalışan bir yerde duruyor.
Bienali kapsamlı bir şekilde analiz etmeden önce, kapanmasına bir ay kala cereyan eden ve epey yankı bulan bir olaya değinmek istiyorum. Iraklı sanatçılar Layth Kareem, Raed Mutar ve Sajjad Abbas, küratör Rijin Sahakian'ın yazdığı ve Art Forum'da yayınlanan bir açık mektupla, bienalden çekilme kararı aldı. Bu kararın arkasında yatanlar ise şöyleydi: Hamburger Bahnhof Müzesi'nde eserleri yer alan Iraklı sanatçılar Layth Kareem, Raed Mutar ve Sajjad Abbas, aynı mekanda yer alan, Fransız sanatçı Jean-Jacques Lebel'ın Ebu Gureyb Cezaevi'nde işkence gören Iraklı esirlerin, Amerikan askerlerince çekilmiş ve 2004'de sızdırılan fotoğraflarının büyük baskılarından oluşan çalışmasıyla birlikte gösterilmesinden rahatsızlık duymuşlardı. Rijin Sahakian ve sanatçılar tarafından yazılan ve Artforum dergisinde kamuoyuyla paylaştıkları açık mektubunun ardından Kader Attia ve ekibinin yaptığı açıklama, bu konuyla ilgili olarak daha önce sanatçılardan özür dilendiği ve Raed Mutar ve Sajjad Abbas'ın eserlerinin yerinin değiştirilerek başka bir mekana alındığı ama yine de çekilme kararlarını üzüntüyle karşıladıkları ve bu karara saygı duydukları yönündeydi. Bu durum kuşkusuz, dekolonyalizm ve tamir kavramları üzerine inşa edilen bir bienal için sorgulamaya açık bir alan oluşturdu. Bu ön not ile, 12. Berlin Bienali'ni anlatmaya devam ediyorum…
Bienal mekanlarını bu yazıda kendi deneyimleme sırama göre yazacağım, zira hemen hepsine ayrı günlerde gittim ve neredeyse her bir mekandan farklı hisler, düşünceler ve izlerle ayrıldım. Sergi mekanlarından Hamburger Bahnhof, benim için bienalin en sıkıntılı alanlarından biriydi. Zira müzenin bienale ayrılan kısmı, gidenlerin bilebileceği gibi dar ve uzun bir koridora açılan farklı galerilerden müteşekkil bir yapı. Bu mimari etken de çalışmaların birbirleriyle diyaloğa girmesini olanaksızlaştırırken, izleyiciyi de bir tür fragmantal sergi deneyimine maruz bırakarak küratöryal çerçevesi ve sanatçı seçimi bu denli önem taşıyan bir bienalde, işleri kesitler hâlinde ve ilişkilendirme fırsatı olmaksızın deneyimlemek zorunda bırakıyordu. Yine de, tüm izleyicilerin birlikte, uzanarak deneyimlediği Thùy-Hân Nguyễn-Chí imzalı video enstalasyonu "This undreamt of sail is watered by the white wind of the abyss" gibi birkaç istisnai iş özelinde bu mimari dezavantajın bir avantaja dönüştüğünü söyleyebilirim. Bir de, müzeden çıkarken, zihnimde bienalden ziyade, ana binada yer alan, Nationalgalerie ve Haubrok koleksiyonlarından işleri bir araya getiren Church for Sale sergisinin işlerin döndüğünü de eklemeliyim.
Önceki Berlin bienallerinde yoğun olarak tamamı kullanılan Pariser Platz'daki Akademie der Künste binasıysa bu sefer yalnızca giriş katıyla kullanılmıştı. Oldukça az sayıda işin yer alması kararını ilginç bulmakla birlikte yine de Akademie der Künste'de yer alan pek çok iş Bienal'in benim için öne çıkan çalışmalarından oldu diyebilirim. Örneğin Dakar merkezli kolektif School of Mutants'ın (Boris Raux, Hamedine Kane, Lou Mo, Stéphane Verlet Bottéro, Valérie Osouf), izleyiciyi Afrika kıtası ve ötesindeki pedagoji ve eğitime dair kalıplaşmış düşünceleri yok etme ve yeniden inşa etmeye dair düşünmeye davet ettiği etkileyici yerleştirmesi bunlardan biriydi. Kapsamlı bulduğum çalışmalar da, Taloi Havini'nin, geçmişte Pasifik Adaları da dahil olmak üzere, dünyanın farklı yerlerinde bir tür para birimi olarak kabul gören deniz kabuklarından ilhamla yarattığı ve kültürlerarası ticaretin sosyal ve kültürel bağlantılarına değindiği "Beroana" (Shell Money) başlıklı heykeli, Mumbai'de yaşayan ve çalışan Prabhakar Kamble'nin kast sisteminin en altında kalan günlük tarım işçilerinin çalışma ve yaşam şartlarına atıfta bulunduğu "Utarand"" ve "Chandelier"si ve Moses März'ın görünmeyen bağları görünür kıldığı kartografik yerleştirmesiydi.
Taloi Havini, Beroana (Shell Money) ve Özge Yılmaz, Akademie der Künste, Pariser Platz
Hanseatenweg'da yer alan Akademie der Künste binasını ziyaret ettiğimdeyse mekanın elverişliliğiyle doğru küratoryal seçimlerinin bir araya gelmesi sayesinde verimli bir bienal deneyimi yaşadığımı söyleyebilirim. Bu mekanda ilk olarak, medyum zenginliğiyle öne çıkan bienalin nadir tuval çalışmalarından, Tammy Nguyen'in "Christ" serisinden bahsetmek istiyorum. Pratiğini çelişki ve karışıklığın keşfi olarak tanımlayan Nguyen, yağlıboya serisinde, bir kolonyal miras olarak gördüğü Katolisizm'i, Endonezya, Riau Archipelago'daki ufak bir adadaki bir mülteci kampından yola çıkarak ele alıyor. Günah işleyen meleklerin böcek sürülerine dönüşecekleri Katolik mitini duymasının ardından, mülteci kampının bulunduğu Galang Adası'ndaki böcek yoğunluğunu fark eden Nguyen, serisine bu ilhamla başlamış. İsa'ya her bir tuvalde farklı hayvanların ve biyolojik varlıkların eşlik ettiği, tropik renklerin ve altın yaldızın ağırlığının hissedildiği tuvaller, farklı zamanların, kültürlerin ve coğrafyaların çarpışıp başka bir fantastik gerçeklik doğurduğu birer düzlem olarak da okunabilir. Üzerinde durmak istediğim bir diğer çalışma da, sergi mekanına girdiğimiz anda ilk karşılaştığımız iş olan, Sammy Baloji imzalı "...and to those North Sea waves whispering sunken stories (II)". Eser, dev bir teraryumun içerisindeki bitkileri gördüğümüz bir yerleştirme. Baloji, yerleştirmesinde, 19. yüzyılda Afrika'nın endemik bitkilerini gemilerle İngiltere İmparatorluğu'na taşınmasını sağlayan ve bir tür ilkel, büyük teraryum olan "Wardian Case"den yola çıkmış. Avrupa'da iç mekan dekorasyonlarında kullanılmaya başlayan bu yerel bitkilerin dolaşımını, İngiliz sömürgeciliğinin bir temsili olarak nitelendiren Baloji'nin çalışmasındaki bir diğer katman da, I. Dünya Savaşı sırasında Münster'de esir düşen ve esir Afrikalıların şarkı söylemelerini kaydetmekle görevlendirilen Albert Kudjabo'nun aldığı ve bugün Humboldt Üniversitesi arşivlerinde bulunan ses kayıtları olmuş. Akademie der Künste, Hanseatenweg'ın benim için öne çıkan diğer çalışmaları arasında Đào Châu Hải'nin dev enstalasyonu "Ballad of the East China" Sea'sini, Sandi Hilal ve Alessandro Petti'den müteşekkil DAAR'ın faşist kolonyal mimarinin yeniden kullanımına dair sorular soran yerleştirmesi Entity of Decolonization ve Imani Jacqueline Brown'un ABD'nin Louisiana eyaletindeki gaz ve petrol sanayiinin yol açtığı ekolojik yıkıma, dekolonyalist bir bakış açısıyla değindiği etkileyici video enstalasyonu "What remains at the ends of the earth"ü saymam gerekir.
DAAR – Sandi Hilal ve Alessandro Petti, Tammy Nguyen, yerleştirme görüntüsü, 12. Berlin Bienali, Akademie der Künste, Hanseatenweg, Fotoğraf: dotgain.info
Gelelim bienalin değişmez ana mekanı, çok sevdiğim, ziyaret ettiğim her sergisinden sonra bahçesinde keyifle oturduğum, Mitte, Auguststraße'de yer alan KW Institute for Contemporary Art'a… Bu mekanda, bienalin gerek kavramsal çerçevesi, gerekse küratöryal metniyle bağlantı içinde, birbirleriyle konuşan ve tek başlarına son derece yeterli ve tam pek çok çalışma karşıma çıktı.
Senegal kökenli İtalyan sanatçı Binta Diaw, kadın saçı imgesiyle kurduğu ve yanına "Enter at your own risk" (Girme riskini alıyorsanız girin) ibaresiyle sunduğu enstalasyonu "Diaspora"da saçı, anne soyundan geçen bir tür bilgi ve hafıza taşıyıcı olarak konumlandırıyor. Rapunzel'li çocuk masallarından, bugünlerde İran'da Mahsa Amini'nin ölümüyle başlayan ve dünyanın dört bir yanından kadınların destek verdiği direnişe dek kolektif bilinçte kadının gücüne dair bir temsil olan saç imgesiyle Diaw'ın işi, tekrar tekrar üzerine düşünmeyi hak ediyor. Nil Yalter'in, adını bir Nazım Hikmet dizesinden alan efsanevi çalışması "Exil is a hard job" yerleştirmesiyle KW'de karşılaşmak ve video röportajları izlemek kesinlikle etkileyici. Mekanda Taysir Batniji'nin bir kum saatini devirerek zamanı durdurduğu jestüel işi "Suspenden time" ve Jeneen Frei Njootli'nin özel mülkiyet ideolojisini ele alan ve hüküm süren doğa ve kültür ikiliğine dair enstalasyonu "Thunderstruck" kesinlikle üzerine konuşulmayı hak ediyor. Kendisi de bir Amerika yerlisi olan Jeneen Frei Njootli, yerinden edilmiş topluluların barınma sorunlarını, kolonyal mirasin toksisitesiyle birlikte ele alıyor. Simona Fattal'ın, geçtiğimiz yıl kaybettiğimiz Etel Adnan'ın "Jabu" şiirinden bir mısraya yer verdiği, katledilen Filistinlilere dair çalışması "In our lands of drought the rain forever is made of bullets" da, önünde uzun süre durduran, yalınlığı ve netliğiyle müthiş bir mevcudiyete sahipti.
KW mekanında, oldukça kuvvetli bulduğum ve takip edilecek sanatçılar listeme eklediğim Maithu Bùi, kişisel tarihini, kolektif hafızayla birleştirerek Artırılmış Gerçeklik yapıları kuruyor. Bienaldeki çalışması "Mathuật – MMRBX"da da Vietnam kültürünün ölülere verdiği değer ve onlara dair ritüelleri, medyumunun teknik olanaklarıyla, etkileyici bir biçimde yorumluyor. Benim için bienalin en kuvvetli çalışmalarından biri de, Monica De Miranda imzalı "Path to the stars" başlıklı video oldu. Adını Angola'nın özgürlük savaşçısı eski başkanı Agostinho Neto'nun 1953 tarihli şiiri "O caminho das estrelas"dan (The pathway to the stars) alan video, yıldızların adlarına dair bir tekst üzerinden ilerliyor. "Path to the stars" ile De Miranda, gerçeklikle fiktif olanın kesiştiği noktada, olası bir şifa ve onarım kaynağı olarak insan ve doğa arasındaki ilişki üzerine birlikte düşünmek için kadınların kişisel hikayelerini ve kolektif belleği bir araya getiriyor. Angola'nın nehirleri, yıldızlar, bağımsızlık mücadelesi veren kadınlar ve politik realiteler hep birlikte akıyor…
Stasi Headquarters Campus for Democracy'de yer alan Hasan Özgür Top'un "The Fall of a Hero"sunu ve Berlin örneğinden yola çıkarak, bir metropolde, sakinlerinde ve fiziksel mekanlarında mevcut olan (post)kolonyal efektleri görünür kılmayı hedefleyen Dekoloniale Memory Culture in the City'yi ve Nil Yalter'in "Exile Is A Hard Job"ının poster yorumlamasını da saymak isterim.
Bienalin mekanlarına tek tek değindikten sonra genel bir yorum yapmam gerekirse; "Still Present!", Kolonyalizme rağmen "hâlâ mevcut" olan kültürleri, sesleri, değerleri ve hayatları kutlamaya dair bir uğraş, bir entelektüel çaba. Bugünün dekolonyal penceresinden bakarken sadece sömürgeciliğe uğramış coğrafyaları değil, sesi çalınmaya, varlığı yok sayılmaya, gücü elinden alınmaya çalışılan tüm azınlıklara ses olma çabasını da görüyor ve önemli buluyorum. Sorular sormak kuşkusuz çok değerli.12. Berlin Bienali ve küratörü Kader Attia da, ekibiyle birlikte gerekli ve yerinde soruları başarıyla sormuş. Sadece, keşke bu soruları bienal ve işler aracılığıyla sormak, hatta yan etkinliklerle destekleyerek ve zenginleştirerek izleyiciye alan açmakla yetinmek varken, soruların hemen ardından, nefessizce önümüze "gösteren" bir işaret parmağı getirip "bakın, işte yanıtlar burada" diye sunmasaymış bazı şeyleri. Sonuçta, bu parmağı görünce kafasını öbür yana çeviren bir izleyici ve sanat profesyoneli olarak ben, soru işaretlerinin yanına yanıtları almadan bu değerli soruları cebime atıyor ve 12. Berlin Bienali'ni, izlediğim diğer Berlin bienalleriyle birlikte çok sevdiğim bu canlı, zengin ve meraklı kente dair kişisel arşivime katıyorum.
Özge Yılmaz kimdir? Özge Yılmaz, İstanbul'da yaşayan sanat eleştirmeni, küratör ve akademisyen. Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi, Sinema-TV Bölümü'nden lisans, Işık Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Sanat Kuramı ve Eleştiri Programı'ndan yüksek lisans derecelerini aldı. Sanat yazarlığı ve eleştirmenliği kariyerinde yurt içi ve dışında farklı yayınlara katkıda bulundu. Yılmaz, SALT Araştırma ve Programlar bünyesinde programlar ekibinde yer aldı, İstanbul Art News’da editörlük, Art Unlimited’da yazı işleri müdürlüğü görevlerini üstlendi. Özge Yılmaz, 2020 yılından bu yana bağımsız yazar olarak T24’te çağdaş sanat odaklı köşe yazıları yazıyor. 2017 yılından bu yanaysa İstanbul Bilgi Üniversitesi ve Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi'nde sanat teorisi, sanat tarihi ve sanat felsefesi odaklı dersler veriyor. 2021 yılında, Versus Art Project’te düzenlenen “Fluid Dynamics” başlıklı serginin küratörlüğünü üstlendi. Özge Yılmaz, Uluslararası Sanat Eleştirmenleri Derneği (AICA) üyesidir. |