Aslında karman çorman olacak biraz yazacaklarım. Raci Tetik kimliğinde somutlaşmış işkence mantığını düşündüm bugün; komisyonda geçen o konuşmaları okuyunca…
Bu satırları yazarken, Beatriz Şarlo’nun, “Geçmiş Zaman” kitabında göz gezdiriyorum.
Bu ülkede, işkencelerin görüldüğü zaman daha yeni doğmuş bir kız çocuğuydum. Aile sofralarında, işkencede çözülenlerden söz edilirdi, çözülmeyenlerden de. Örgütlerden bu çözülme nedeniyle atılanlar olurdu; dışlananlar vs… Sol siyasetin isimler üzerinden tıkanması bu zamanların da izidir, belki.
Hayatımın ergen bir döneminde Erdal Öz’ün o ünlü kitabı “Gülün Solduğu Akşam”ı okumuş, ayaklarının altına falakayla vurulmuş bir adamın nasıl tuzlu suda yürütüldüğünü okumuştum. Diğer işkence yöntemlerini hatırlamayı ise hafızam reddediyor. İnsanı değil yaşarken, okurken bile irkilten bu cümlelerin uzun süre hafızamdan silinmediğini hatırlarım.
Travma, tam bir kırılma halidir. Kırılma, dün ile bugünden mantıki ve duygusal tüm köprüleri atma halidir. Kırıldığınız yerden yeniden var olmak için bir kimlik inşa etmeniz gerekir. Bu kimliğin inşası, bu kırılmadan çıkar. Güzeli biraz ötelemek gerekir, bugün yeniden ayakta kalmak için. Kırılma öncesi ise bir yere saklanır, hayatın belirli aşamalarında orada olduğunu gösterir; sizi yoklar, zaman zaman kurduğunuz yeni benliğinizi de darmadağın eder.
Bu ülkede işkence, böylesi bir kırılmanın önemli bir sembolüdür. İşkencede öldürülmek, işkencede aklını yitirmek, işkencede tecrit edildiğin odada tavanlara bakıp tutunmaya çalışacak hayaller aramak… Üzerine gülerek tüm olanları kapatmaya çalışmak. “Hepimiz geçtik bugünlerden” diyerek olayı genelleştirmeye çalışmak…. İşkenceyle temas ve işkenceyle baş edebilme yöntemleri…
İşkence yapan ile işkence gören bazen arkadaş olurmuş. İşkenceyi yapanın da bir yuvası, bir çocuğu, maddi sorunlarını anlatırmış işkencesi, işkenceyi gören ise ya bu işi mesleği için yapıyor, aslında o adam öyle bir adam değil, diye kendince işkence görmenin makul nedenlerini yaratırmış – adı belki Stockholm sendromudur bunun ya da bir başka adı vardır.
Toplumsal bir işkence sürecinden geçtik, 1980′de bu işkencelere fiziksel olarak maruz kalanların hayatı başka bir seyre doğru aktı. Bir kısmı başka ülkelere kaçtı, başka yaşam savaşları verdi. Diğerleri siyasi olarak hayatta durmaya devam etti… Onar yıllık dilimler içinde başka işkenceleri de yaşadık. Bugün, şiddet yöntemi değiştirilmiş işkenceleri -günlük hayatımızda dahi- yaşamaya devam ediyoruz.
İşkenceci kendi haklı görmek durumundadır. Mevcudiyetinin yegane temeli, insanın çığlıklarına karşı verdiği o vicdansız haklılık duygusudur. İşkence mantığı içine sinmiştir, hem duygusal olarak hem de fiziki olarak bunu yansıtmak durumundadır. Ne yazık ki, varoluşu buna dayanır.
Sanıkların yer değiştirmesi ise bir tarih durumudur. Çünkü, tarih değişince, “özne deneyimlere sahip olmakla kalmıyor, bu deneyimi başkalarına iletebiliyor, anlamını inşa ediyor ve böylece özne olarak kendini doğruluyor…”
İnsanın yaşadıklarını tarihsel anlamda var etmesi ise, ancak bu süreçlerin tekrarına bağlı kalıyor.
Bugün, notum dağınık.