Türkiye, siyasi ve sosyolojik olarak değerlendirmeye muhtaç günlerden geçti. Bugünlerin birinde, herkes bayrağını kaptı Ankara’da Beşevler’e koştu. Meydanda her yaştan insan bir araya gelmiş, laiklik adı altında birleşmişti. Laiklik adı altında birleşmişti ama şu sorulmadı: acaba herkes aynı kaygıyı yaşıyor muydu? Yoksa bu kalabalık demokrasiyi mi arzuluyordu?
Beşevler’de buluşan halk kitlelerinin aralarında yaklaşık 400 metrelik mesafe bulunan Anıtkabir’e yürümesi saatleri aldı. Mitingde yürürken Harbiye Marşı sahneden kulağımıza çarptı. “Ne oluyor?” diye sordum yanımdakilere, niye Harbiye Marşı’nı söyleyelim ki?
Cumhuriyet Mitingleri çok yorumlandı, altından çok sular aktı. Ancak o günden kendi gözlemim bir saati aşan yürüme mesafesinde yürüyen kitlenin sahnedeki performansı ciddiye almadığı üzerine. Hep bir ağızdan “Yiğidim Aslanım” söyleniyordu mesela, onu bırakıp “Karlı Kayın Ormanında…” söyleniyordu. Gösteriye katılanların öfkesi satılmış diye tabir edilen medyaya yönelikti; üstelik bu medyanın içinde sadece “yandaş medya” bulunmuyordu.
Altına girebileceği bir siyasi partinin yoksunluğu, herkesi daha öfkeli hale getiriyordu. Mitinge katılan siyasi parti liderlerinin meydanda adları okunurken “Birleşin” sloganları lider isimlerini bastırmaya başladı.
Kalabalık, elinde Türk bayrakları, siyasi partilerin dağınıklığından büyük öfke duyarak dağıldı. Bayrağın “birleştirici” simge olarak seçilmesinin toplum içinde kaynayan bir çok ayrımı da pekiştireceği de daha sonra görecektik.
22 Temmuz 2007 seçimlerinden önce de CHP ve DSP, CHP’nin çatısı altında birleşti. Siyasi birlik içinde seçime girmemeyi öngören seçim yasası nedeniyle CHP içinde DSP milletvekillerine bir kontenjan açıldı. Kontenjandaki 13 milletvekili listelerin birinci ve ikinci sıralarında yerlerini aldı. DSP ise bu birleşmeden sonra, en son kalan 5 milletvekiliyle siyasi hayatının sonuna yaklaştı. AKP seçimden başarıyla çıktı, onu CHP, MHP ve bağımsız adaylarıyla giren adı BDP olarak değişecek DTP meclise girdi. Çift partinin yerine daha renkli bir meclis görünümü ortaya çıkmıştı çıkmasına, ama çoğunluğa sahip olan partinin yasa tasarıları kolayca meclisten geçiverir hale gelmişti.
Ergenekon süreci
Bu süreçte Ergenekon dalgaları başladı. Danıştay saldırısı, Cumhuriyet’e atılan bomba, bulunan mühimmatlar derken dalgalar kasırgaya döndü. Ergenekon, Balyoz, Balyoz KCK operasyonlarına derken dalgalardan biri de ODATV baskını oldu. 28 Şubat’ın tersine bin yıl süreceğinin de işareti miydi tüm olanlar?
İlhan Selçuk’u kalp krizine, komaya ve ölüme götüren süreç aşağı yukarı böyle başladı. Mustafa Balbay önce sorgulandı, sonra hapse atıldı. Tuncay Özkan da tutuklandı. Aradan bir yıl geçtikten sonra, kamuoyuna ortak bir mektup yazmalarının ardından Balbay ve Özkan tecrite alındı. Onların alınmalarını diğer gazeteciler izledi. Soner Yalçın, Barış Terkoğlu, Barış Pehlivan, Doğan Yurdakul… Yurdakul’un karısı kendisi hapishanedeyken öldü. Kendisi, geçen haftalarda sağlık durumu nedeniyle – avukatlarının uzun çabası sonucunda – salıverildi.
Gazetecilerin özgürlüğüne önemli bir darbe ise Nedim Şener ve Ahmet Şık ile geldi. Onları KCK operasyonlarıyla içeri alınan Ragıp Zarakolu da izledi. Burada adını geçirdiğim ve geçiremediğim, Gazetecilere Özgürlük Platformu’nca belirlenen, sayıları 100’ü bulan gazeteciler içeri alındı. Tutuksuz yargılanmaları gereken tüm bu isimler, ellerinden neredeyse tüm iletişim olanakları alınmış, davaların bitmesini bekliyorlar.
Aileler ise ayrı ayrı kendi başlarının dertlerine düşmüş durumda. Çocuklarının durumla yüzleşmesinin yanında, muhtemel bir geçim derdinin içindeler. Komşularının bile korkudan selam vermeye çekindiği günlerden geçiyorlar, kuvvetle muhtemel.
Sübjektif olmak ve hukuk
Bu yazıyı, sıkıcı ve can acıtıcı unsurlarıyla ele almanın arkasında birkaç neden var. Öncelikle ülkenin içinden geçtiği durum sadece “askeri vesayet” veya “sivil dikta” kelimeleriyle açıklanamayacak kadar vahim ve yeniden adlandırılmaya muhtaç durumda olduğu gerçeği. Zihinsel anlamda değişim ve bir kopuş. Ama koptuğu yer gerçekten Kemalist devrim mi? Kemalist devrim kendi içinde kopalı yıllar oldu. İkinci olarak, dava süreçlerine dair haberlerin tek taraflı ve bir çantacılıkla servis edilme durumu. Bu servis ediş şekli, toplumda derin bir yaftalama kültürünü de beraberinde getiriyor. Üçüncü sıkıntı protesto eylemlerini organize edenlerin sadece kendi sahiplendiği gazeteciler çerçevesinden gazetecilere yönelik tehdidi protesto etmesi.
Hükümet kanadından yapılan açıklamalar, uluslararası kamuoyuna da verilen mesaj, tüm bu gazetecilerin terörist olma suçundan dolayı içeri alındıkları üzerine. Burada kamuoyunda da, insanların örgütlenmelerinde de insanların elini kolunu bağlayan tam da böylesi geniş bir suç tanımının içine düşmüş olmaları.
Kendi adıma, çeşitli gazeteciler hakkında bambaşka varsayımlarım ve hatta gözlemlerim olabilir. Bu varsayımlarım, benim kendi görüşlerim ve çıkarımlarımdan ibarettir ve onları suçlu çıkarmaz, en fazla üzerine konuşulabilir. Ama tüm bir basın ordusuyla yapılan dedikodunun adı propagandadır, Goebbels döneminden beridir de adı değişse de durum budur. İçinden geçtiğimiz dava süreçleri, daha geniş bir değerlendirmeyi ve kuyumcu titizliğinde bir gazeteci incelemesini fazlasıyla hak ediyor. Gazeteciliğe değil de yorumculuğa dayanan yeni medya düzeninde de, bu incelemenin yapılması bir tarafa gazeteciler de teker teker işlerinden oluyor.
Bugün gelinen durum, sübjektif olmayı kaldıramayacak kadar ağır.
Önümüze hukukun gereklerini ve olması gerekenleri koymadığımız sürece, yenik çıkan taraf gazeteciler ve haber alma özgürlüğü elinden alınan halk olacaktır.
Bugün, ardımızda tecrite alınmamızı protesto eden ya da içeri alınmamızı protesto eden birkaç kişiden fazla kişi olmayacak, onlar da kendi içlerinde bölünüp gidecek.
O gün, muhtemel ki, o mitingde bir araya gelen kalabalıkların büyük çoğunluğu askeri bir darbeye değil, daha aydınlık ve şeffaf bir ülkeye özlem duyuyordu. Seçim sonuçlarına yansıdı mı, hayır.
Bugün bir gün hepimizin yolu Özel Yetkili Mahkemelerde sona ereceğini gördüğümüz bir kâbusun içinde yaşamaya çalışıyoruz.
Cenazeler dışında bir araya gelmediğimiz sürece, toplumsal acılarımız bireysel acılarımıza dönüşmeye mahkûm.
Bugünün hesabı aynı zaman içinde verilmediği sürece aynı hikâyeleri, yeni baştan yaşamaya da mahkûmuz.