Özdemir Aktan

10 Ocak 2021

Öğrencisiz doçentler ve profesörler

Her türlü etik ve ahlak dışı davranışlar arttıkça, önemsenmedikçe ve cezalandırılmadıkça toplum olarak giderek anormali normal saymaya başladık ve ayıplama duygusunu da yitirdik sanki. Bakan yardımcısının akademik gelişimi izlemeye değer

Sağlık bakanı yardımcısının da yazarları arasında bulunduğu iki adet Covid-19 çalışmasının uluslararası dergilerde yayınlandığı haberi gündemde ancak birkaç gün kalabildi. Haber olma nedeni yazarların tıp bilimine yaptığı olağanüstü katkı değildi elbette.

İlk makalede yazarlar COVID-19 ilişkili zatürre tedavisinde hastalarda iki antibiyotik deneyerek etkinlik araştırması yapmış ve olumlu sonuçlar bildirmişlerdi. Ne güzel, ne var bunda diyebilirsiniz ama durum o kadar basit değil. Çalışmanın Tarsus'ta bir özel hastanede yapılmış olmasının yanında, hastaların Şubat 2020'de çalışmaya alındığı bildiriliyor makalede, yani Türkiye'de ilk hastanın bildirildiği Mart 2020'den önce.

Sağlık Bakan Yardımcısı Dr. Birinci tarihlerin ve çalışmanın yapıldığı hastanelerin yanlış yazıldığını belirtti ama bu açıklama birkaç saatte sosyal medyadan silindi. Olayı savunmak da Sağlık Bakanı Dr. Koca'ya kalmıştı. Yani hepsi "sehven" idi. Makale şu anda kayıplara karışmış durumda.

Tam bu olay kapatılırken ikincisi geldi. Aynı hastanede ve benzer ekiple yapılan bir başka çalışmada ise Covid-19'a bağlı zatürresi olan hastalara içeriği makalede de açıklanmayan bir bitki karışımı vererek mükemmel sonuçlar elde edildiği belirtilmekteydi. Bu çalışmanın da İstanbul ve Mersin'de yapıldığı belirtilmişti. Bu makale de anında yok oldu.

Her iki çalışmada da yapılan etik ve hukuki ihlaller bir doktora tezi konusu olabilir. Olmayan hastaların raporlanması, Türkiye'de ruhsatsız tedavilerin izinsiz ve kontrolsüz uygulanması, bilimsel ve etik kuralların hiçbirine uyulmamış olması ihlallerin sadece bir kısmı. Her iki makalenin araştırma etiği yönünden değerlendirildiği rapor TTB tarafından yayımlandı. (1)

Bir diğer sorun ise makalede yer alan isimler. Bir makalede isim olarak yer alabilmek için çalışmanın planlanmasında, yürütülmesinde, sonuçların değerlendirilmesinde ve makalenin yazılmasında aktif olarak bulunma koşulu aranır. Pratisyen bir hekim olan bakan yardımcısının Ankara'da görev yaparken ve klinik hiçbir çalışması yokken Ankara'da bile olmayan hastanelerde yapılan bu çalışmalarda yer alması da ayrı bir tuhaflık.

Sorulacak en önemli soru ise Sağlık Bakan Yardımcısının neden bu işlerle ilgilendiği ve kendini/bakanlığı zor durumda bıraktığı olmalı. Akademisyenlerin bin bir zahmetle yayınladığı makaleler para kazandırmaz. Tam tersine, çalışmaya kaynak bulabilmek için ter dökmek gerekir. Şan şöhret de kazandırmaz. Ama iyi yapılmış bir çalışma bilgi okyanusuna eklenen bir damla bile olsa önemlidir: Çalışmayı yapana gurur verir, ülkenin bilimsel sıralamadaki yerine katkıda bulunur.

Söz konusu bu iki makale, bilimsel değeri olmamasının yanı sıra, para karşılığı her çalışmayı basan dergilerde boy göstermiştir. O zaman bu zahmet niye?

Nedeni çok açık: Önce doçent, daha sonra profesör olmak arzusu. Herhangi bir yerde doktora yaptıktan sonra iş yayınlanacak makalelere ve siyasi bağlantılara kalıyor. Tıpta uzmanlık eğitimi doktora yerine geçiyor. Ancak tıpçı olmayanlara doktora dağıtan o kadar çok üniversite var ki. Birçok alanda olduğu gibi artık bu unvanlar da değerini yitirdi. Öğretim üyesi sayısını arttırarak OECD rakamlarında iyi bir yer almak ve yandaşlara yer açmak uğruna çıta çok düşürüldü. En son gelinen noktada sınav da kaldırıldı ve bu unvanlar bir dosya incelemesi ile dağıtılabiliyor. Uygun bir jüri ile her şey mümkün. Vardığımız nokta medyada ahkam kesen bazı profesör unvanlı şahsiyetlerde açıkça görülüyor zaten.

 

Bu unvan dağıtımının yöntemi tartışılabilir ama en önemli nokta gözden kaçıyor: Doçent ve profesör unvanları akademik unvanlardır ve sadece üniversitelere aittir. Bu unvanı taşıyanların en önemli özelliği eğitici olmalarıdır. Oysaki bu unvanı taşıyanların oldukça önemli bir bölümü hayatında öğrenci ile karşı karşıya gelmemiş olanlar. Üstelik de profesör olanlar hayatlarının geri kalan bölümünü hiç ders anlatmadan ve yayın yapmadan da geçirebilirler.

Tıp söz konusu olduğunda doçent veya profesör unvanı taşıyanların daha iyi hekim oldukları varsayılmaktadır. Çoğu kez bu unvanlar ticari amaçlarla kullanılıyor ve hastalar yanıltılıyor. YÖK'ün ilk dönemlerinde yasa doçentlik sınav aşamalarını başarı ile geçenler "üniversite doçenti" unvanını alır demekteydi. Önce bu madde çiğnendi, sonra şu anda geldiğimiz noktaya ulaştık.

Sağlık Bilimleri Üniversitesi yüzlerce profesör kadrosu ilanı verdi yakınlarda. Eh, o da üniversite değil mi denilecektir. Üniversitenin tıp fakültesi muhtemelen dünyanın en büyüğü zira Türkiye'nin her yanındaki onlarca eğitim araştırma hastanesi "tıp fakültesi hastanesi" statüsünde ve çalışan her hekim de üniversite personeli. Profesör olacakların çok büyük bir bölümü değil öğrenci, asistan eğitiminde bile yer almayacak. Her şeyi değersizleştirme konusunda kimse elimize su dökemez.

Sorunu düzeltmek için atılması gereken adımların başında doçent ve profesör unvanlarının sadece ve sadece üniversitede hakkıyla, aktif görev yapanlara verilmesi ve üniversite dışında kullanımının engellenmesi geliyor. Kaliteyi arttırmak ise daha sonra uzun ve zahmetli bir çalışma gerektiriyor.

Her türlü etik ve ahlak dışı davranışlar arttıkça, önemsenmedikçe ve cezalandırılmadıkça toplum olarak giderek anormali normal saymaya başladık ve ayıplama duygusunu da yitirdik sanki. Bakan yardımcısının akademik gelişimi izlemeye değer.