Hekimlerin, özellikle de cerrahların hep çok işleri ve aceleleri vardır veya öyle görünür. Bu şekilde algılanmak elbette hekimlerin de işine gelir, daha önemli hissedilmelerini sağlar. Oysa ki bir hekim hastasının önünde zaten bir otorite figürüdür: Ağzından çıkacak sözcükler karşısındakinin hayatını tümden etkileyebilir.
Ülkedeki sağlık sistemi hekimlere hasta ile ilgilenmek için 3-5 dakika verince ne hasta cevabını aradığı soruları sorabiliyor, ne de hekim söylemek istediğini söyleyebiliyor.
Hekimlik yaşantımda bu iletişimsizlik nedeni ile bazen komik, bazen de endişe verici çok olay gördüm.
Yakın arkadaşlarımdan birisinin yeni çocuğu olmuştu ve neredeyse üç aylık olan bebeği görmeye evlerine gitmiştik. Sezaryen ile doğum yapmış olan anne ve bebeği çok sağlıklıydı. Arkadaşım bir ara "Ben şu pansumanı değiştireyim gelirim" deyince üç ay sonra neyin pansumanı diye merak ettim. "Yahu ben de cerrahım, dur şuna bakayım" dedim ve pansumana dahil oldum. Uzun zaman önce mükemmel bir şekilde iyileşmiş bir sezaryen yarası vardı. Pansumana hiç gerek yoktu ama doğumdan sonra eve geldiklerinden beri her akşam pansuman değiştirmişler. Anlaşılan o ki hastaneden çıkışta evde pansuman yaparsın demişler ama ne zaman sona erdireceklerini söylememişler ve onlar da sormamış. Eğer müdahale etmesem çocuk okula gidene kadar pansuman devam edecek gibiydi.
Hemoroid ameliyatlarından sonra ve anal bölgeyi ilgilendiren birçok hastalıkta sıcak oturma banyosu sıklıkla başvurulan ve hâlâ da en etkili olan tedavilerden biridir. Hastaya "sıcak oturma banyosu" yapın dediğinizde herkes farklı algılar: Suya mı oturacak, duş ile mi halledecek? Oturursa nereye, nasıl oturacak? Suyun sıcaklığı ne olacak? Ne kadar süre oturacak? Suya herhangi bir madde eklenecek mi? Bu ve benzeri onlarca soru gündeme gelebilir. Hekim bunları ayrıntılı ve hastanın anlayacağı şekilde anlatmalıdır ve bu da zaman alır. Saatlerce suda oturan hastalar da gördüm, su ne kadar sıcak olursa o kadar faydalı olur düşüncesi ile kendini haşlamış hastalar da.
Ameliyat sonrası eve gitmeye hazırlanan hasta ve yakınlarının sormak istedikleri onlarca soru vardır. Bunların bir kısmı önemsiz, hatta saçma da gelebilir ama soru sorudur: Ne zaman yıkanacak? Evden dışarı ne zaman çıkabilir? İlaçlarını nasıl kullanacak? Araba kullanabilir mi? Onlarca, hatta yüzlerce soru sıralanabilir. Bazısını da hastalar sormayı akıllarına getiremez veya sormaya çekinirler. Tam tersi de olabiliyor, "Yemeklerle ilgili bir kısıtlama yok, istediğini yiyebilir" dedikten sonra "Armut yiyebilir mi?" sorusu gelebilir. Sabırlı olmak gerek. Arkasından "Peki ya şeftali?" sorusu da gelebiliyor.
Batı ülkelerinde bu tür bilgilendirmelerin önemli bir kısmı deneyimli hemşireler tarafından yapılır. Hastalar doğum, ameliyat gibi işlemler sonrası hemşireler tarafından evde ziyaret edilir. Türkiye'de ise hemşire açığının en önemli sorunlardan biri olduğunu görürüz. OECD rakamlarına göre OECD ülkelerinde 1000 kişiye düşen hemşire sayısı 9,7 iken Türkiye'de 1000 kişiye 2,1 hemşire düşüyor. Bu durumda da her iş hekimin üstüne kalıyor.
Hekimler hasta odasına girdiklerinde hastalar yataklarında, hekimler ise ayaktadır. Bu haliyle hiyerarşiyi daha da pekiştirir ve hastalar soru sormakta zorlanır. Yurt dışında bir hastanede yanında çalıştığım bir cerrahi hocası hasta ile konuşurken bir sandalye alır, hastanın yanına oturur ve öyle konuşurdu. Ben de yıllardır her fırsatta aynısını yaparım. Bu hem ben sizden üstün değilim, sizinle aynı düzeydeyim mesajını verir, hem de acelem yok, rahat rahat konuşabiliriz demektir.
Bu yazdıklarımı sağlıkçı olmayan okurlar "Doğru valla" diyerek onaylayabilirler ama sağlıkçıların çoğu "Sen hangi dünyada yaşıyorsun?" diyeceklerdir. "Bu iş yoğunluğunun ortasında bunu nasıl yapacağız?" diye sorsalar çok haklılar. Özel hastanelerde bunu yapmak biraz daha kolay ama kamu hastanelerinde neredeyse imkansız.
İletişimde elbette hasta ve hekime bağlı sorunlar da var. Hastalarımdan bir başka hekimden söz ederken "İyi doktor ama konuşmuyor" yakınmasını çok duymuşumdur. Hastaların ise bazen eğitim düzeyi belirleyici olur ama hekimlik sanatı bu düzeyi ayarlamayı gerektirir. Konuşma sırasında tıbbi terimler sorun yaratıyor ama esas sorun çok şey konuşulduğunda akılda sadece bir kısmının kalması.
Yaptığım kanser cerrahisi sonrası hasta yakınları "Ne kadar yaşar doktor bey?" sorusunu birçok kez sormuşlardır. Bunun çok anlamsız bir soru olduğunu anlatabilmekte neredeyse hiç başarılı olamadım. Bunun kişinin hastalığının evresine, alacağı ek tedavinin başarısına, kişinin kendi bağışıklık sistemine ve onlarca faktöre bağlı olduğunu anlatmak zor. Çok zorladıklarında bazı istatistiklerin olduğunu ama her hastanın ayrı bir birey olduğunu söylemek sorunu çözmüyor.
Bu istatistikler genelde beş yıllık rakamlar verir. Hastalarıma bu evredeki hastaların beş yıl yaşama oranı yüzde 60 gibi bilgiler vermişimdir. Konuşmadan zannederim sadece beş yıl akıllarda kalıyor. Oldukça sık "Doktor bey aynen dediğiniz gibi hastamız beş yılda vefat etti" cümlesini duymuşumdur. "Ben öyle dememiştim ki" mücadelesini uzun zaman önce bıraktım.
Hasta-hekim arasındaki iletişim iyi olmadığında sorunlar her zaman büyür. ABD'de kadın cerrahların dava edilme oranı erkek cerrahlara göre çok düşük. Bu kadınların empati yapmakta ve iletişim kurmakta erkeklerden daha başarılı olmalarına bağlanıyor.
Bu sorun tıp fakültesindeki derslerle çözülebilir kanısında değilim. Öncelikle hekimlerin ve toplumun mutlu ve gerginlikten uzak olması gerekiyor. Sağlık sistemimizde, başta hastaya ayrılan süreler olmak üzere, düzelmesi gereken birçok sorun var.
Her şey bir yana, en önemli sorunlardan birisinin de tıp eğitimi veren hocalar arasında öğrencilerin kendilerine örnek alacakları "rol modellerinin" azalması olduğunu düşünüyorum. Eğitim hastanelerinde uygulanan performans sistemi hocaların öğrencilerine daha az zaman ayırmasına yol açıyor. Hekimlik, en basit tanımlamayla, bir usta-çırak ilişkisi gerektiriyor, davranışlar görerek ve uygulayarak şekilleniyor. Hele bir de bu uzaktan eğitim yaygınlaşırsa durum daha da kötü olacak.