Hiç herhangi bir hayvanı doğum yaparken izlediniz mi? Ben ilk deneyimimi lise yıllarında yaşadım. Yatılı okulumuzda bir kedi geldi ve yatakhane dolaplarımızdan birine yerleşti. Bir süre sonra, bir akşam, tuhaf bir şeyler olmaya başladı ve kedimizin hamile olduğunu ve doğum yapmak üzere olduğunu fark ettik. Gayet sakin bir şekilde, bağrış çağrış olmadan, önce bir yavrusunu doğurdu, göbek kordonunu dişleri ile kesti, yavruyu bir güzel yalayarak temizledi ve kenara koydu. Bu yavruya ait olan eş az sonra geldi ve anne bunu yedi. Aslında çok mantıklı bir doğa olayına şahit olmuştuk. Yavruları nedeniyle yiyecek peşine düşemeyecek anne için bu gelen eş iyi bir besin olmalı. Üstelik etraf da batmamıştı. Bu şekilde anne kedimiz üç yavru dünyaya getirdi.
Daha sonra çok sayıda insan doğumuna da şahit oldum. Aradaki en büyük farkın kedinin bu işi kendi başına, sessiz sakin, kimsenin yardımına gereksinim duymadan başarması olduğunu fark ettim. Doğa belgesellerinde diğer hayvanların doğurmalarını da izledim ve hiçbirinde annelerin aşırı ağrı çektiklerini gösteren belirtilere rastlamadım. Oysa ki insanlarda doğum sancısı bilinen en şiddetli ağrı olarak tanımlanıyor. Hayvanların ağrı eşiği mi farklı, yoksa aldırmıyorlar mı, bilmek zor, zira hayvanlarda da yavrunun dışarıya çıkabilmesi için anne rahminin kasılması gerekiyor.
Peki insanın yavrulaması neden bu kadar zahmetli? Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre her gün dünyada bine yakın kadın doğumda ve buna bağlı komplikasyonlar nedeniyle hayatını kaybediyor. Bu konuda kafa yoranların en çok üzerinde durdukları konu iki ayağımızın üzerine dikilmiş olmamız. Yürümeye çalışırken kalça kemiklerinin ve doğum kanalının değiştiği varsayılıyor. Diğer canlılarda bu kanal oldukça düz iken insanda kalça daralmış ve doğum kanalı şekil değiştirmiş. Beraberinde boy uzamış, kollar kısalmış ve beyin büyümüş. Anne karnındaki bebeğin de beyninin büyüdüğü varsayılıyor.
Bu her şeyi açıklamıyor elbette, çünkü bu değişim milyonlarca yıl önce olmuş. Muhtemelen doğum o dönemlerde bu kadar zor olmuyordu. Yaklaşık on bin yıl önce, insanlar tarıma başladığında sorunların arttığını ileri süren hipotezler de var. Karbonhidrat ağırlıklı beslenen çiftçilerin boyları, protein ağırlıklı beslenen avcı atalarına göre kısalmış. Kadın kalça genişliği de boy ile orantılı olduğundan doğum daha güç bir hale gelmeye başlamış. Buna daha çok beslenildiği için daha büyük bebeklerin oluşmaya başladığı da ekleniyor.
İleri sürülen görüşlerden biri de insan yavrularının diğer canlılara göre daha erken ve olgunlaşmamış olarak doğuyor olması. Gerçekten de diğer canlıların yavruları hemen ayağa kalkıp yürüyor ve anneye bağımlılıkları çok kısa sürüyor. İnsan yavrusu ise bir yaşında zar zor yürüyor ve uzun süre de beslenmesi gerekiyor. Söylenti o ki hamilelik süresi daha uzun olsaydı bebek daha da büyüyecek ve doğum da o kadar zorlaşacaktı. Sanki bu da evrimin bir parçası. Doğumda insan yavrusunun beyni yüzde 25 gelişmişken bu oran diğer primatlarda yüzde 50 civarında.
Bu ileri sürülen görüşlerin hiçbiri olayı tam anlamıyla açıklamaz ama ortadaki gerçek şu ki insanlarda doğum olayı diğer canlılara göre çok daha uzun sürüyor ve ağrılı oluyor.
Yapılan çalışmalar doğum ağırlığı daha fazla olan bebeklerin yaşama şanslarının daha çok olduğunu gösteriyor. Sezaryen ameliyatları ile yüksek kilolu ve büyük başlı bebeklerin dünyaya gelmesi kolaylaştı.
"Sezaryen" kelimesi de sanırım söylenmesi daha kolay olduğu için yanlış biçimde "sezeryan" olarak kullanılıyor. Söylentiye göre Roma imparatoru Sezar annesinin karnı kesilerek dünyaya gelmiş ve isim de buradan geliyor. Çocuğa verilen isim "Causeus", yani "kesilerek dışarı alınan" anlamındaki kelimeden gelmekte hikâyeye göre. O dönemde böyle bir operasyonun gerçekleşmesi söz konusu bile değil ama hayatını kaybeden annelerin karnındaki bebeğin son anda bu şekilde alınması birçok toplumda uygulanmış. Zor doğumlarda anneyi feda ederek bebeği kurtarmaya çalışmak da seçenekler arasında yer alabilmiş.
İki ayağımızın üzerine dikilip yürümek bize birçok avantaj sağlamış ama oldukça fazla sorunu da beraberinde getirmiş. Eski halimizde kalsaydık bunca insan bel ve boyun fıtıklarına bağlı ağrıları çekmek zorunda kalmazdı. Muhtemelen anneler de bebeklerini daha zahmetsizce dünyaya getirirlerdi. Evrim sürecinin bedelleri bunlar olsa gerek.
Prof. Dr. Özdemir Aktan, Tarsus Amerikan Koleji'ndeki orta öğreniminin ardından Hacettepe Tıp Fakültesi'nde eğitim gördü. Genel cerrahi uzmanlık eğitimini de Hacettepe Tıp Fakültesi'nde tamamlayan Aktan, 1988 yılında Marmara Üniversitesi'nde Genel Cerrahi Doçenti oldu. Aynı üniversitede 1993 yılında profesör olan Aktan, 2006-2010 yılları arasında İstanbul Tabip Odası Başkanlığı görevini üstlendi. 2010-2012 yıllarında TTB 2. Başkanı olan Aktan, 2012-2014 yıllarında TTB Merkez Konseyi Başkanlığı görevini sürdürdü. Aktan, Barış İçin Akademisyenler'in "Bu suça ortak olmayacağız" bildirisini imzaladığı için 686 sayılı KHK ile Marmara Üniversitesi'nden ihraç edildi. Evli ve 2 çocuğu vardır. |