Özdemir Aktan

11 Ekim 2020

Bir aşıdır tutturduk

Dünya genelinde virüsten ölenlerin sayısı bir milyonu aştı ve artmaya da devam ediyor. Esas sorun aşının etkinliği ve güvenilirliği kanıtlandıktan sonra toplumun gereksinimlerine yetecek miktarda üretilmesinin ve uygun şartlarda uygulanmasının zorluğu gibi gözüküyor

Koronavirüs geldi ve yaşamımızın tam orta yerine oturdu. Oradan ne zaman çıkacak sorusu ise "aşı ne zaman gelirse" cümlesine kilitlendi. Aşının ne zaman kullanıma hazır olacağı, etkili olup olmayacağı, tek doz mu yoksa daha fazlasının mı gerekeceği, güvenilir olup olmayacağı, virüs mutasyona uğrarsa ne olacağı gibi onlarca bilinmez soru halen cevap bekliyor. Doyurucu bilgilerin yakın zamanda gelmesi de pek beklenmiyor.

Bir diğer soru ise aşı ortaya çıktığında toplumun ne kadarının aşı olacağı. Bu hem sağlanacak aşı sayısına, hem de insanların ne kadar istekli olacağına bağlı. Türkiye bir aşı tartışmasını 2009'da da yaşamıştı.

2009 yılının Nisan ayında dünya domuz gribi (H1N1) ile tanıştı. H1N1 yeni bir virüs değildi, 1918'de 50 milyon kişinin ölümüne yol açan İspanyol gribinin etkeni de aynı idi. "Domuz gribi" adı ise virüsün ilk kez Iowa/ABD'de bir domuzdan ayrıştırılmasından kaynaklanıyordu.

Aynı yıl bir başka virüs ise "kuş gribi" adı ile ortaya çıkmıştı (H5N1). Kuş gribi daha çok kanatlı hayvanlarda görülen çok bulaşıcı ve öldürücü olan bir hastalık olarak bilinir. Kuş gribinin insana bulaşması çok zor olmakla birlikte, insanda görülen kuş gribi neredeyse yüzde 50 oranında öldürücüdür. Buna karşılık domuz gribi ise çok bulaşıcı olmasına karşın öldürücülüğü çok düşük olan bir virüstür. Virüslerin değişim geçirdiği göz önüne alındığında, bulaşıcılığı yüksek, ölüm oranı düşük olan H1N1 virüsünün, kuş gribinin H5 yüzey proteinini alması durumunda hem bulaşıcılığı ve hem de öldürücülüğü yüksek bir virüs türüne dönüşme olasılığı az da olsa bulunmaktaydı. Bunu önlemenin yolu ise domuz gribi pandemisini durdurmak ve değişim olasılığını azaltmak olarak saptandı.

Bunun üzerine Dünya Sağlık Örgütü (WHO) olası virüs değişimini engellemek ve ölümleri azaltmak amacı ile dünya çapında bir aşı kampanyası başlattı. Türk Tabipleri Birliği (TTB) uzmanlara da danışarak bu aşı kampanyasının yanında yer aldı. Zaten TTB hep koruyucu hekimlikten yana saf tutmuş ve aşı kampanyalarına destek vermiştir. Sağlık Bakanlığı ve TTB genelde hep ayrı saflarda olurken bu kez ikisi aynı amaç için mücadele etti. Böyle işbirliği çok ender görüldüğü için tarihe not düşüldü.

Ancak, aşı karşıtları da azımsanmayacak sayıda idi. Karşı çıkanların bir kısmı geleneksel olarak aşı karşıtı olan ve aşı içindeki adjuvan (katkı) maddelerin başta Alzheimer ve otizm olmak üzere birçok hastalığa yol açabileceğini öne sürerek her türlü aşıya karşı çıkanlar idi. Diğer karşı çıkanlar ise kuş gribi mutasyonu olasılığının çok düşük olduğu ve domuz gribinin kendisinin de diğer griplerden çok farklı olmayıp öldürücülüğünün de çok düşük olması bilgisinden yola çıkıyordu. Elbette ulusal hastalığımızdan muzdarip "bana bir şey olmaz" ekibini de unutmamak gerek.

Herkesin kafası karışmıştı. İstanbul Tabip Odası hekimlerin eğilimini saptamak üzere web sayfasına bir anket koydu ve iki soru sordu:

  1. Kendinize ve yakınlarınıza aşı yaptıracak mısınız?
  2. Hastalarınıza aşı olmalarını tavsiye edecek misiniz?

Yaklaşık 6000 sağlık çalışanı bu ankete katıldı ve katılanların üçte ikisi aşı olmayacaklarını ve hastalarına da tavsiye etmeyeceklerini belirtti. Sağlık Bakanlığı bu arada 40 milyon aşı siparişi vermiş bulunuyordu. Bu aşı kampanyasını daha da ilginç hale getiren olay ise Sağlık Bakanlığı'nın aşı kampanyasına karşın dönemin başbakanı olan Recep Tayyip Erdoğan'ın aşıya karşı çıkması idi. Erdoğan kendisinin ve ailesinin aşı olmayacağını açıkladı.

Daha sonraki aşılanma durumu da bu rakamları destekledi. İTO'nun verilerine göre Marmara Tıp Fakültesi Hastanesindeki yüzde 70'lik aşılama oranı genel tablonun hayli üzerinde iken bu oran İstanbul Üniversitesi ve Cerrahpaşa tıp fakültelerinde yüzde 50 civarında, Okmeydanı Eğitim ve Araştırma Hastanesinde yüzde 10'larda kaldı. Hastaneler genelinde aşılama yüzde 20'lerin üzerine çıkamadı. Okullarda velilere gönderilen aşı izin belgelerini imzalayan veli sayısı ise çok düşük kaldı. İstanbul, Ataköy'de yaklaşık bin öğrencinin eğitim gördüğü bir okulda çocuğunun aşılanmasına izin veren veli sayısı 8-9 kişiyle sınırlı kaldı. Özetle anket verileri doğru idi.

Aşı kampanyasının en şaşırtıcı yanı ise Sağlık Bakanı ile Başbakan'ın karşı karşıya gelmesi idi şüphesiz. Böyle bir durumu Orta Doğu kültürü dışında görmek olanaksızdır muhtemelen. Nedenleri hiç açıklanmadı, aşı alımındaki usulsüzlüklerden söz edildi. Sağlık Bakanlığı içinde Menzil tarikatının çok güçlendiği ortaya atıldı ama gerçek bir bilgiye ulaşılamadı. Başbakan herkesin gözü önünde Sağlık Bakanı'nı azarladı ve araları bozuldu.

2009 yılında Meksika'da başlayıp dünyaya yayılan virüs, 191 ülkede yaklaşık 800 bin 000 kişide görüldü, 8 bin 238 kişi H1N1 virüsü nedeniyle yaşamını yitirdi. Bu rakam her yıl gripten ölenlerden farklı bir rakam değildi. Bu kargaşada alınan 40 milyon aşının büyük bir çoğunluğu çöpe gitti, aşı üretenler çok kazandı.

Koronavirüs pandemisinde durum ne olacak hep birlikte göreceğiz. Aşı karşıtlarının bugünlerde Türkiye'de pek sesi çıkmıyor. Aslında aşı karşıtları, özellikle ABD ve Avrupa'da seslerinin çıkmadığını değil duyulmadığını vurguluyorlar. Hedeflerinde de medyayı ve ilaç endüstrisini kontrol ettiğini ileri sürdükleri Bill Gates ve benzeri elitler var. "Bu salgın filan değil, bir kurgu" fikrini sahiplenen azımsanmayacak büyüklükte bir insan kitlesi var ve bunlara bazı devlet başkanları da dahil.

Koronavirüsün dünyadaki yaygınlığı ve H1N1'den daha öldürücü olduğu göz önüne alındığında, aşıya daha olumlu bir yaklaşım olacaktır ve olmalıdır. Dünya genelinde virüsten ölenlerin sayısı bir milyonu aştı ve artmaya da devam ediyor. Esas sorun aşının etkinliği ve güvenilirliği kanıtlandıktan sonra toplumun gereksinimlerine yetecek miktarda üretilmesinin ve uygun şartlarda uygulanmasının zorluğu gibi gözüküyor.

Aşılar yüzyıllar içinde milyonlarca, belki de milyarlarca insanın ölümünü engellemiş ve engellemeye devam ediyor. Difteri, boğmaca, kızamık, kabakulak, çiçek, tetanos, sarı humma, çocuk felci, grip, hepatit, pnömoni, kuduz aşıları olmasa çocuk ve erişkin ölümleri bu düzeyde tutulamazdı. Sıtma, AIDS gibi hastalıklara aşı geliştirilmesi ise şimdilik başarısız.  

Toplum sağlığı açısından aşı olmak istemeyenlere bir yaptırım uygulanabilir mi sorusunun cevabını 1930 yılında yürürlüğe girmiş olan Umumi Hıfzısıhha Kanunu veriyor. Kanun Sağlık Bakanlığı'na salgın hastalık ilan etme yetkisi vermiş. Bu yapıldıktan sonraki uygulama da kanunda açık. "Hastalara serum veya aşı uygulanır ve sağlık çalışanları bunları zorunlu olarak uygular" cümleleri 1930 Türkçesi ile net olarak yazılmış. Ayrıca "Madde 95 – Sari hastalıklara karşı kullanılan her nevi serum ve aşılar hükümet tarafından ihzar edilir" de diyor.

Özetle, bir salgın hastalık ilanından sonra aşı ve/veya tedavi zorunlu oluyor. Bu durumda 2009'daki domuz gribi günlerinde Sağlık Bakanı'mız bunu bir salgın olarak ilan edip aşı olmayan Başbakan'a ve ailesine zorla aşı yaptırma olanağına sahipti. Olsaydı eğlenceli olurdu.